Bir vapurun uçması, batmadığı anlamına gelmez

Yaşama nedeni denen şey, aynı zamanda, çok güzel bir ölme nedenidir.

Albert Camus / Sisifos Söyleni

Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk

Sezen Aksu

 

Vapur sakin bir şekilde seyrediyor Alsancak’tan Karşıyaka istikametine. Martılara simit atanlar, çay içenler, yeni yasaya istinaden sigara içemeyenler, arkasına denizi almanın öz güveni ile fotoğraf çektirirken, ‘fotoğraf’ kelimesinin nasıl yazıldığını bilme ihtimali yüksek olanlar, bayanlar, baylar ve çocuklar, vapura ve manzaraya binaen Alsancak’tan Karşıyaka istikametine seyrediyor ve seyir ediyorlar.

Saat kaç bilmiyorum daha da güzeli umurumda da değil. Hafiften hallice, şiddetliden az bir rüzgâr saçlarımı oraya buraya savururken bir anda göz göze geliyoruz. Üzerindeki ‘Batman’ amblemi olan t-shirt ü,  pantolonunun üzerine sarkmış göbeği ve arkaya, öne, sağa ve sola doğru hatırı sayılır miktarda genişlemiş vücudu ile Mehmet’i görüyorum. Bu haliyle, Bruce Wayne’in Batmanliği bırakıp Gotham City’nin işlek bir noktasına tekel bayi açmış halini andıran bu adamla hukukumuz çok eskiye dayanmakta olduğu için ikimizde sırıtıyoruz. Mehmet bir aşktan mustarip bir dost olmaktan beri bir kaç kriminal mevzuya da karışmış bir kişidir. Bundan on sene kadar önce, çok içtiğimiz bir gecenin ilerleyen saatlerinde, mahalledeki bir petshopun camlarını kırarak içeride bulunan bütün hayvanları serbest bırakmak ve dükkanın duvarına sprey ile ‘özgür tutsaklar dükkanı’ yazmak gibi radikal bir kaç eylemi kendi planlamış ve hayata geçirmiştir. Yirmili yaşlarda olduğumuz o dönemlerde her köşe başında mobese denen, George Orwell’in 1984 romanına öykünen yöneticiler tarafından dikilmiş kameralar olmadığından eylemlerinin birçoğundan otorite tarafından cezalandırılmadan kurtulmuştur.

Mehmet ile ilgili hatırladığım bir şey de; Bebekler ve küçük çocuklardan daima uzak durmaya özen gösterirdi. Onlara, o korumasız canlılara, bilmeden de olsa zarar verme ihtimalini düşündüğü için bunu yaptığını söylerdi. İşin aslı farklıydı tabi. Bebeklerin, ruhuna kötülük bulaştırabileceğinden korkardı. ‘’Bebekler kötünün en saf halidir. Bütün bebekler kötü doğar, bazıları iyilikle tanışır ve bir noktada üzerlerine tam gelir bu giysi, onlar iyi olur. Bazıları iyilikle hiç karşılaşmaz ya da üzerlerine oturmaz iyilik karşılaşsalar da. İşte onlar kötü kalır ve zaman geçtikçe zımparalanmış, kabul edilebilir bir kötü ruha sahip olup toplumdaki yerlerini alırlar. Bu şeytani yaratıklarla yan yana gelmek istemiyorum’’ demişti bir seferinde. Mehmet’in neye inandığını kestirmek çoğu zaman çok güçtü.

Mehmet hemen kalkıp yanıma seğirtiyor. Enikonu yaşlanmış. Yakından gözlerinin altındaki torbalar iyice seçiliyor. Halimi hatırımı soruyor. Sorusuna soruyla karşılık veriyorum. ‘Aynı’ diyor. ‘Hala aynı be abi!’. Bunun anlamını biliyorum. Hala unutamamış onu. Aradan aylar ve yıllar geçmiş olmasına rağmen. O kızın evlendiğini biliyorum. Onun bunu bilip bilmediğini ise bilmiyorum. Ne diyeceğimi düşünüyorum bir müddet. Hemen anlıyor kelimelerimi seçtiğimi. ‘Ne o? Yoksa ondan bir haber mi var’ diye soruyor. Konuşmadan anlaşabilmek gibi özel yeteneklerimiz gelişti geçirilen onlarca yılla birlikte. Konuşturma beni der gibi bakıyorum yüzüne. Hemen anlıyor haberin kötü olduğunu, hem de çok kötü olduğunu. Belki çocuğu bile olmuştur. Belki çocuğunun adını, eşini bir şekilde ikna edip Mehmet bile koymuş olma ihtimali var. Yani, sonuç olarak her şeyin olabilme ihtimali var. Özellikle berbat şeylerin olma ihtimali her zaman vardır.

Vapur yavaş yavaş sudan yükseliyor. Denizin köpüklü suları son çırpınışlarını yaparken metale tutunmaya dair, nihayet havalanıyoruz. Bir müddet denize paralel gittikten sonra deniz seviyesinin bir miktar üzerinde, iyiden iyiye hızlanmaya başlıyoruz. Diyorum ki ‘Mehmet, hepimiz bu dünyadaki en muhteşem kadınları sevdik ve hepimiz Charles Bukowski’nin şu sözünde ne kadar haklı olduğunu gördük; Aşırı hız yapan hayaller gerçeklere çarparak durur. Yani Mehmet ne miktarda yükselirsek o kadar sert düşeriz. Peki Muhsin Ünlü ne demiştir konuyla ilgili; kadınlar şairleri sever ama müteahhitlerle evlenir’

Mehmet yukarıdan denize bakıyor. Ben Mehmet’e bakıyorum aynı hizadan. Zira ikimizde yukarıdayız artık, ya da olabilecek en dipte, sonuçta aynı hizadayız. Tamamen göreceli. Mehmet suya tükürüyor. Denize ulaşması on dakika kadar sürüyor. İzliyoruz. Düşüşü izliyoruz. Elli katlı bir binadan düşen adamın hikâyesini bilir misiniz?  Adam geçtiği her katta şunu söylermiş kendini rahatlatmak için; şu ana kadar her şey yolunda, şu ana kadar her şey yolunda, şu ana kadar her şey yolunda… Önemli olan düşüş değil yere çarpıştır. Bu ‘Le Haine’ filminin giriş monoloğudur. Ve bizim için de o tükürük için de önemli olan düşüş değil yere çarpıştır. Biz yıllardır düşüyoruz ve hala yere çarpmadık.

Mehmet’in gözleri buğulanıyor. Başını öne eğmiş, kuru bir zeytin dalı gibi sallanıyor, ya rüzgârdan ya vapurdan ya da kalbindeki sızıdan dolayı, bilemiyorum. Bir aralık gözüm parmağındaki yüzüğe kayıyor. Vuran güneşle alyansı parlıyor. Yüzüne bakıyorum. ‘’İki yıl oldu’’ diyor. ‘İki yıldır, yatakta, her gece, eşimle birbirimize paralel yatarken, onu düşünüyorum. Önce eşimi, sonra onu, en çok da kendimi aldatıyorum her gece. Günahlarım boyumu aştı ve artık üzerime devrilecek gibi hissediyorum. Evlenirsem, işti, çocuktu, evdi derken unuturum, hayat telaşına sarılırım diğer herkes gibi, geçer sandım. Geçmedi. Unutamıyorum… ’

Vapur iskeleye doğru yanaşıyor. Karşıyaka’da, sahilde yürüyen mutlu insanların mutlu yüzlerine doğru bir halat atıyoruz. Gülüşünden yakalıyoruz birini. Asılıp halata, atıyoruz kendimizi karaya.

İskelenin önünde, Mehmet’in elindeki evrak çantasına bakıyorum, sonra üzerindeki t-shirtün Batman logosuna ve en son da yüzündeki derin kasvete… Iphone kullanan bir Budist rahibin kendi içindeki tutarlılığını görüyorum onda.

Önümüzden yayalar ve arabalardan oluşan bir sel akıyor. Hepsinin ayrı sesi ve tınısı var. Bir beyaz araba sıyrılıyor aralarından, yankılanıyor sesi Ahmet Kaya’nın; Depremler oluyor beynimde, dışarıda siren sesi var… İçimde intihar korkusu var… İçimde ölen biri var…

Üzerimizden birkaç kırmızı uçak geçiyor ve nihayet Mehmet dönüp soruyor. ‘’Sahiden evlenmiş be abi? ‘’ Dokunsam ağlayacak. ‘’Gel’’ diyorum. Kolundan tutup sahil kenarındaki en yakın meyhaneye giriyoruz. Taylan’ın Yeri. Taylan abi kapıda karşılıyor bizi. Vefasızlığımızdan girip, bizi ne kadar özlediğinden çıkan, akıcı ve samimi bir giriş cümlesinden sonra, bir ufak rakı açıyor masaya, haydari ve fava getiriyor sormadan.  Israrsız fakat samimi soruyor; Ne isterseniz isteyin bu akşam benden olur mu? Halden anlıyor Taylan abi. Suratımızdan, yürüyüşümüzden, selamımızdan bile anlıyor. Sıvanmış gömleğinden, kolundaki dövmesi görünüyor ‘’I’m not in love i am the love’’

Geçen gün diyor Mehmet. ‘’ İsmi, dandik bir gazetenin Pazar ekindeki çengel bulmacada çıktı. Eşim bakmıyor olsa ağlardım. Neyse.’’ Selda Bağcan dünyadaki en yanık notadan giriyor, kapıyı kırarcasına; Yardan ayrılmışım, bağrım delinir. Meyhaneyi yerden kaldırıyor. Mehmet rakısından bir yudum alıyor. Paldır küldür düşüyor meyhane. Masalar sallanıyor, bardaklar birbirine çarpıyor, şişeler kırılıyor. Mehmet şangır şungur ağlamaya başlıyor. Birkaç yüzyıllık sessizlikten sonra, titreyen sesiyle ‘’Mecnun’’ diyor. ‘Mutluluk benim için artık bir masal dağının sarp yamaçlarında yetiştiği rivayet edilen bir mor çiçektir. ‘

Ruhum sıkışıyor. Kapının önüne çıkıp bir sigara yakıyorum. Denize bakıyorum. Sanki küsmüş gibi tüm şehir bana, bir kedi bile geçmiyor önümden. Bir taş alıp yerden, denize fırlatıyorum. Taş, yerinden edildiği için inanılmaz bir öfke ve süratle suya dalıyor ve deniz, taşı kendisine yakıştıramadığı için dev bir dalga çıkarıyor. Git gide büyüyen ve süratlenen dalga Alsancak sahilinden şehre giriyor. Birkaç mahalleyi sular altında bırakıyor. Ve görüyorum ki, yanlış hayalden sahici bir mutluluk çıkmaz. Aksine gayet hakiki bir felaket çıkar.

Sonra dönüp Mehmet’e bakıyorum. Taylan abi ayakta, oturan Mehmet’in omzuna elini atmış. Post modern meyhaneci ve aktivist romantik bir sohbete dalmış.

Rakının buruk kokusu, yosun kokusuna karışıyor. Mutsuzluğun ağırlığı, umutsuzluğun hafifliğine karışıyor. Favanın içindeki soğan parçaları, gözyaşlarına karışıyor. Sigaramın dumanı uzay boşluğunda kaybolup giderken, biz bu şehirde kaybolup hiçbir yere gidemiyoruz.

Köşedeki seyyardan otuz tane midye dolma alıp masaya koyuyorum. Mehmet zoraki gülümsemeye çalışıyor. İçi kan ağlarken insanın gülmesi ne zordur kim bilir? Kim bilecek, Mehmet bilir, Taylan abi bilir, ben bilirim ve bunu bilmeyen kişinin o meyhanede işi yoktur.

Mehmet’i sırılsıklam haliyle meyhanede bırakıp dışarı çıkıyorum. Yağmur çiseliyor. Sahilden içeri girip, çarşıyı boydan boya geçiyorum. Eski Gar Çay Bahçesi, şimdiki metro durağının karşısındaki tekelden dört kutu bira alıyorum. En yakındaki parka çöküp kutulardan birini açıyorum. Mehmet’i düşünüyorum biraz, sonra o kadını. Kallavi bir küfür savuruyorum karanlığa doğru. Gençten iki eleman, yürüyerek yaklaşıyorlar ve yanıma gelip sigara istiyorlar. Sigaraya promosyon olarak kutulardan birini de uzatıyorum. Yüzlerine bakıyorum. Uzun zamandır bu kadar mutlu ve şükran hissiyatta yüzler görmemiştim. Bir an gülümsüyorum ama çok uzun sürmüyor. Biraya yükleniyorum tekrar.

Bulutların arasından sıyrılma çabasındaki dolunay manzarası, şehrin tavanına asılmış devasa ve kasvetli bir poster gibi tepemde duruyor. Akordu bir türlü tutmayan bir piyanonun, Chopin icrasında çıkardığı sese benziyor bu şehir. Şiddetli bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağının dibinde bir küp altın bulmayı umarken, umumi tuvalet bulmaya benziyor. Berbat bir pavyondan çıkıp, Basmane’de ucuz, iki yıldızlı bir otelin, yağ ve küf kokulu bir odasında dünyanın en güzel kadını ile tanışmaya benziyor. Parlak kırmızı, şahane bir spor arabanın, penceresinin açılıp, kalburüstü bir hanzonun, cam silen çocukları fırçalamasına benziyor. Sabaha karşı, ayazdan kaçıp, bir sabahçı kahvesinde, sıcak çayından ilk yudumu alıp, biraz için ısındığında, cebindeki sigara paketinin boş olduğunu fark etmeye benziyor. Çevren güzel insanlarla sarılıyken, hiçbirinin seni sevmemesine benziyor. Çok güzel bir telefon melodin varken, o telefonun hiç çalmamasına benziyor. Bu şehir, palmiyelerle çevrili, denizin kenarında, muhteşem güzellikte bir cehenneme benziyor…

Son kutuyu da dipleyip kalkıyorum. Eve doğru yürüyorum. Karanlığa doğru, geleceğe doğru, bilinmeze doğru yürüyorum. Geleceğe, geçmiş üzerinden geçerek gidip yolu uzatıyorum…

Sabah…İşe gidiyorum…Vapurda…

Gazete okurken gevreği dişliyorum. Birkaç cinnet, popüler politikanın çürümüşlüğü, siyasi cinayetler, iç savaşlar, ekonomi, kapanan gazeteler, tutuklu gazeteciler ve daha bir sürü şey… Bir köşede Mehmet’in fotoğrafını görüyorum. Vesikalık. Zamanında iş başvurusu için çektirdiği, kravatlı, saçları sola taranmış, ciddi bir bakış…Başlığı okuyorum ‘İzmir, Karşıyaka’da, 29 yaşındaki Mehmet …. , Bahçelievler Mahallesinde, belediyenin kazdığı bir çukura düştükten sonra geçirdiği beyin kanaması neticesinde hayatını kaybetti.’ Hepsi bu kadar… Kupürü kesip cebime koyuyorum. Acil durum kolunu çekip vapuru durduruyorum. Vapur bir müddet suda kayıp, duruyor. Deniz lastik kokuyor. Korkulukların üzerinden atlayıp suya, koşmaya başlıyorum. Ciğerim ağzımdan çıkıncaya, dalağım patlayıncaya kadar koşuyorum.  İskeleden karaya çıkıp sırt üstü uzanıyorum kaldırıma, batmamak için. Son bir gayretle birkaç kulaç atıp Taylan abinin meyhaneye doğru yüzüyorum.  Çok yorulduğum fark ediyorum. Kapının önünde daha fazla dayanamıyorum. Batmaya başlıyorum. Nefesimi tutuyorum. Gözlerim kapalı, bilincim kapanmaya başlıyor…

Bir el uzanıp, omuzumdan tutuyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum. Taylan abi… Tutup, yüzeye çıkarıyor beni, girişteki masaya oturtuyor. Derin bir nefes alıyorum. ‘Mecnun… Ne oldu lan’ diye soruyor. Cevap vermiyorum.

-Mecnun… Oğlum…

-Lütfen abi… Öyle deme

-Ne demeyeyim? Ne diyorsun?

-Mecnun. Mecnun deme bana abi…

Taylan abi yüzüme bakıyor.

–Ben mecnun olmak istemiyor artık abi, anlıyor musun?

-Mehmet mi öldü?

Önüme bakıyorum.

-Yine mi be oğlum? Bu kaçıncı? …

Devamını getirmiyor, kafamı kaldırıp yüzüne bakınca. Dedim ya, anlayışlı adamdır Taylan abi. Kollarını sıvıyor. Sol kolundaki dövme gözüküyor ‘‘I’m not in love I am the love’’. Gidip bir ufak açıyor masaya, haydari ve fava getiriyor. Sonra Mehmet gelip oturuyor karşıma. Yüzünde derin bir kasvet var. Gözlerinin altı şiş, gözleri kızarık. Ona da bir kadeh koyuyorum. Hiç konuşmuyoruz. Cebimden sigara paketini çıkarırken, gazeteden kestiğim kupür yere düşüyor. Arka yüzü üste gelmiş olacak ki, bir iş adamının ölüm ilanı. Ailesi ve yakınlarına baş sağlığı diliyor. Eğilip almıyorum yerden. Öylece duruyor. Mehmet’e bakıyorum. Başı öne eğik. Sonra yine gece oluyor ve yine sabah ve yine birileri, sessiz, kimsesiz, yapayalnız, haber bile vermeden ölüyor. Yine ve yine, defalarca…

 

 

Aşık olmayı da denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız, korkunç acılar çektim. Ruhumun derinliklerinde çektiğim acıyla alay eden bir ses işittiğim halde acı çekmeye devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı…

Dostoyevski / Yeraltından Notlar

Tuhaf Bir Tanık ve Sanık

   Tanrım, bize kavisi sen verdin.

    Şimdi falsoluyuz diye yargılama.

T. Umut… 

     Şehirde gecenin karanlığı git gide artıyordu. Yağmur henüz durmuştu. 1853 sokağı aşarak paralelindeki 1851’e geçti. Sonra bir salvo daha yapıp Atatürk Caddesine saptı. Bu yol üzerinde bir süre süzüldükten sonra gözüne yüksek bir çam ağacı kestirdi. Ağaca iyice yaklaştı, son anda vazgeçip sola saptı. Biraz daha yükseldi sonra hafifçe yavaşlayıp yola paralel uzanan elektrik telinin üzerine kondu. Kanatlarını henüz kapatmadan biraz silkindi ve yavaşça indirdi kanatlarını. Aşağıya bir kaç siyah tüy süzülerek inmeye başladı. Önce tüylerine sonra ıslak asfalta baktı. Bir kaç tüy daha düşebilir, ziyanı yok. Ne de olsa bir karga için yeterince tüyü hala vardı. Tam altından geçmekte olan adamı o anda gördü. Adamı dikkatlice izledi, savruk adımlarla yürüyordu. Adamın bütün hareketlerini görebiliyor ve sesini en ince vurguya kadar seçebiliyordu. Adam kendi kendine konuşuyordu.

Bana karaktersiz diyemezsin. Bir kere ben cesurum. Delicesine ölmek isterken yaşamayı göze alabilecek kadar cesurum. Ayrıca bana karaktersiz diyecek kişi kendi karakterinin tutarlılığından büsbütün emin olmalı. Beni, geçmişime, acılarıma sığınmakla suçlayacak kişi evvela kendi geçmişini atlatabilmiş olmalı. Bana karaktersiz diyecek kişi hiç olmazsa en az benim kadar ince düşünebilir olmalı. Fakat bunca kriterimden bir tanesi bile gerçekleşmezken tutup da bir kadın, sırf ona aşık oldum diye bana nasıl karaktersiz der ve yine ben sırf ona aşığım diye nasıl bu hakaretin altında kalabilirim. Akıl alır iş değil ! Fakat, bana hakaret etmiş veya edecek olan herkese vereceğim tavsiye şu olacaktır; Geceleri, tenha sokaklarda yürürken arkanıza daha sık bakın. Çünkü, bir sokak lambasının soluk ışığının, bıçağımından gelen metalik yansıması bu hayatta göreceğin son şey olabilir…

Adam yürümeye devam etti. Islak asfalttaki küçük su birikintilerinin ayakkabısından çıkardığı ince şapırtılar geceyi gün gibi aydınlatan bir ses şenliği şeklinde ara sokaklara dağıldı.

Karga telden havalanıp, adamın yürümekte olduğu istikamette bir başka tele kondu. O sırada kendini bilmez bir balıkçıl onun hemen yanına kondu. Karganın ters bir bakışı şapşal kuşu kaçırmaya yetti. Denize doğru kanat çırpan kuşu bir müddet izleyip, bakışlarını tekrar adama yöneltti. Adam bir an sendeleyip yere düştü. Elindeki ne idüğü belirsiz içki şişesi kaldırıma çarpıp kırıldı. Adam bir süre kırılan şişeden dökülen içkiyi izledi. Şişeyi eline alıp, dudaklarına on santim mesafeden şişede kalan içkiyi ağzına boşalttı. Şişenin kırık ve keskin uçlarını seyre daldı.

Karga, telden aşağı ani bir hareketle aşağıya bıraktı kendini. Sert bir manevra ile adamın tam önünde duran, yaklaşık bir metre yüksekliğindeki apartmanın bahçe korkuluğuna kondu. Adam irkildi kargayı görünce, bir an dona kaldı. Karganın siyah ve karanlık bakışları adamın ta gözelerinin içine bakıyordu. Karga gagasını açıp iğrenç bir şekilde öttü. Adamın bütün tüyleri diken diken oldu. Adamın ömrü boyunca çektiği tüm acılar ve sıkıntılar, karganın gözlerinden adamın göğsüne bir ışık hüzmesi gibi vurup, tüm vücudunu saran muhteşem bir sıkıntı yaratıyordu. Siyah tüyleri, uçlarından zehir damlayan kalemler gibiydi ve gagası bir şeyler anlatıyordu. Bu, sadece, hüzünlü bir aşk hikayesi değildi. Sanki, onun yaşadığı hayatta, başına gelebilecek tüm berbat ihtimalleri anlatıyordu ve hepsinin çok kısa zamanda gerçekleşeceğini. Kuşun tırnakları, tutunmakta olduğu demir korkuluğu bırakıp adamın boğazına sarıldı. Adam ona karşı koyamıyordu, vücudunu kontrol edemiyordu. Kuşun tırnaklarının boyun derisinin altına girdiğini hissedebiliyordu. Son bir denemeyle, yerdeki cam kırıklarından birini yerden aldı ve kuşun, boğazını sarmakta olan berbat pençelerine doğru savurdu… O anda muhteşem bir rahatlama hissetti. Artık boğazında bir sıkışma veya delinme hissetmiyordu. Sonradan fark etti ki artık boğazını hiç hissetmiyordu. Sıcak kanının göğsünden karnına doğru akmakta olduğunu hissetti. Ve bu hissettiği son şey oldu…

Karga tele duruyordu ve hala orada tünüyordu. Az ötesindeki balıkçıl kuş hala oradaydı. Karga söyle bir baktı kuşa. Balıkçıl pek oralı olmadı. Karga telden havalandı. 1853 sokağın hemen paralelindeki 1851’e geçti. Oradan da Atatürk Bulvarı’na. Yağmur henüz durmuştu. Önce bir elektrik telini gözüne kestirdi. Son anda vazgeçip sola döndü. Yolun hemen başındaki yüksek çam ağacının dallarından birine kondu. Pençeleriyle iyice kavradı dalı. Birkaç tüy süzüldü aşağıya. Tam altından bir adam geçmekte olduğunu, aşağı süzülen tüylerini izlerken fark etti…

Yazanlar ve Yazılanlar

1

 Kafasına silah dayalı olduğu halde konuşuyordu M. “Aşk kriminal bir mevzudur aslen. Bir nevi düellodur. Ya sen aşkı öldürürsün içindeki, ya aşk seni öldürür nihayet. İnsan hayatı ile oynana sırnaşık bir oyundur.”

Sigaradan iyiden iyiye sararmış ve epey uzamış tırnakları ile sol eli titriyordu. Sağ lak olmasına rağmen sigarayı hep sol eliyle içerdi. Silahı tutan sağ elinin titremesi ise nevrotik bir bozukluktan çok, yeni oyuncak almış bir çocuğun, onu elinden düşürmekten korkmasını andırıyordu. Saçları her zamanki gibi dağınık, gözlerinin altı şiş ve morarmıştı, yüzünde bir haftalık sakal vardı.

Hastalıklı bir gülümseme yerleşti yüzüne birden. Başını hafif sola yatırıp Y.’nin gözlerinin içine baktı. Y. kendini bir şeyler söylemek için zorladı ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. M. silahı indirip ikisinin arasında duran sehpaya bıraktı ve arkasına yaslandı. Y’nin gözü silaha takıldı. Uzanıp ani bir hareketle silahı almak fikri geçti aklından, sonra vazgeçti. M. yeniden söze girdi.

-Toplumun bize sunduğu en güzel dayatma kesinlikle aşktır. Gerçekliğine inanmasam da, elimde değil, hoşlanıyorum, bırakamıyorum mereti.

-Fakat bu bir toplum dayatması değil. Yıllardır süre gelir. Ferhat ve Şirin vardı misal,o ki ta ne zaman…

-O dönemde de toplum vardı. Mazisi olması bu gerçeği değiştirmez.

-Tamam. Toplum faktörünü çıkaralım denklemden. İki insan düşünelim. Bir tek onlar var. Yaşıyorlar bunlar…

-Bunu tartışmaya vaktim yok. İhtiyaçlar ve hormonlar. Uzatmayalım.

-Kaçıyor musun tartışmadan. Deyip hınzırca güldü Y.

-Seninle tartışmaktan hiçbir zaman kaçmam bunu biliyorsun ama gitmem lazım. Neredeyse gelirler.

-Kimler?

Y.’nin bu sorusu üzerine M. başını oturdukları salonun sol tarafına doğru çevirdi. Yerde yatan üç adam cesedi vardı. Sağa sola savrukça yayılmış cansız bedenler, kendilerinden beklendiği gibi hareketsizdi. Hepsinin üzerinde keten, bol, kırışık pantolonlar ve bunlarla son derece uyumsuz, soluk renklerde ve en üst düğmelerine kadar ilikli, yakasız gömlekler vardı. Ayrıca nedense hepsi açık kahverengi çorap giymişti.

-Bunların arkadaşları ya da yandaşları, artık hangi tabiri seviyorsan. Diye yanıtladı M. yerdeki adamları göstererek.

-Bu adamları neden öldürdün?

-Beraber öldürdük. Sen de buradaydın.

-Hayır. Ben öyle bir şey hatırlamıyorum.

-Belki de sonradan gelmişsindir. Ya da sen tam içeri girerken olmuştur yahut adamları öldürüp sonrada telaş yapıp seni aramışımdır.

-Bütün bunlar ihtimal dahilinde ama bence ben burada değildim. Sen öldürdün adamları.

-Tamam buldum. Şöyle oldu… hayır, bulamamışım. Dur bir dakika, şöyle asdwadsa fasafdf gfdgd.

-Ne diyorsun be adam.

-gsek ğgjpf,bhfhj zf,,zdkzbf zdfgrwryw*4yr.

Yazar başını klavyenin üzerinden kaldırıp yazdıklarını okumaya başladı. Bitirince ani bir hareketle, sandalyesinden kalkıp üç metre karelik odasını, bu dar alanda olabildiği kadar, bir ileri bir geri arşınlamaya başladı. Her zaman yaptığı gibi kendi kendine, mırıldanarak konuşuyordu.

“Ne de güzel bir fikirle başlamıştım yazıya. Giriş paragrafını da iyi kotardım. Şu kotarmak kelimesini de hiç sevmem, nereden dolandıysa dilime, neyse. Silah metafor olacaktı sadece. Kimse ölmeyecekti bu sefer. Bu cesetler nereden çıktı? Benden çıktı ya, nereden çıkacak. Böyle değildi kurgu. Nasıl geldim ben buraya? Ayrıca bu cesetlerin kıyafetleri…” Elbise dolabını açtı. Gömleklerini incelemeye başladı, pantolonlarına baktı. Tarif ettiği gibi elbiseleri yoktu. Ayrıca kahverengi çorabı da yoktu. Bu tip kıyafete olan nefretinin kaynağını bulmaya çalıştı bir süre. Sonra vazgeçip tekrar bilgisayarın başına oturdu. Bir süre öylece ekrana baktı. Düşünmek yetisini kaybetmişçesine tevekkül içinde beklemeye başladı. Yazamadıkça yazamadı. “Tıkandım. Sanırım bütün kaynaklarımı tükettim. Yazarken anılarından yola çıkarsan nihayetinde tükenirsin demişti bir yazar. Kim demişti bunu yahu…”

2

Esra elindeki kitabı bırakıp, masada, kim bilir hangi düşüncelere dalmış halde bir noktaya gözü takılmış, oturan Pınar’ın yanındaki sandalyeye geçti.

-Yine aynı mevzu. Yazamamak üzerine öykü kurgulamış adam. Bir yazar ne zaman tıkansa yazamamak üzerine bir şeyler yazıyor zaten. Gerçi onları da anlayışla karşılamak lazım.

-Bir bakabilir miyim şuna? Diyerek Esra’nın az önce sehpaya bıraktığı kitaba uzandı. Esra’nın kaldığı yerden devam etti okumaya.

“Sanırım Hemingway demişti. Neyse bir önemi yok. Hemingway de yok artık. Ben de olamayacağım, bir zaman gelecek. Ama benim yazdıklarım kalmayabilir onunkiler gibi. Ben tamamen karanlık bir sonsuzluğa karışabilirim, hiç var olmamışçasına. Hayır. Bu yazıyı bitirmeliyim. Çok değilse bile bu bana bir beş on yıl daha kazandırır. Sonrası… Belki dev bir roman yazarsam. Karamazov Kardeşler gibi bir şey mesela ya da Faust. Cüsse olarak dev olmasında da gerek yok aslında. Kafka’nın Dönüşüm’ü var. Çok kitap yazama da gerek yok, Kunt Hamsun’un Açlık’ı var. Bir de Oğuz Atay var mesela o da şey…Aman tanrım neler söylüyorum. Beni affedin, sanatı bencilce bir var olma çabası için kullanıyorum. Ama en azından kızları etkilemek için yazan adamlardan daha karakterli bir duruşum olduğunu söyleyebilirim.”

Pınar’ın yüzünden küçük bir gülümseme geçti. Kitabı masanın üzerine bıraktı. Yanaklarına düşen siyah dalgalı saçlarını kulağının arkasına atıp Esra’ya döndü.

-Bu adamın söyleyemediği bir şeyler var. Bir şeyden korkuyor ya da çekiniyor. Asıl korkusunu başka bir korku ile gizliyor, istemli ya da istemsiz. Var olmak derdi değil sanki. Daha anlık daha yaşamın içinde, gündelik bir dert… Bilemiyorum. Ama bir tarzı olduğu kesin.

Sözünü bitirince yine aynı belirsiz noktaya daldı. Avuç içlerini masaya yaslayıp, parmaklarını iyice açtı. İnce parmakları masanın üzerinde, sanki altında bir klavye varmış gibi hareketlenmeye başladı. Bakışlarını tekrar Esra’ya çevirip sordu.

-Ben merak ediyorum. Sen de merak ediyor musun bu yazarın derdi neymiş?

-Sen böyle konuşunca ben de merak ettim aslında. Arayıp soralım mı?

Diyerek hafifçe güldü Esra. Pınar’ın gülmediğini görünce o da ciddileşti.

-Gerçekten çok merak ediyorsan, kitabın basıldığı yayın evini arar yazara o vesile ile ulaşabiliriz. Ulaşması zor bir insan değildir elbet. Neticede bir Orhan Pamuk ya da Elif Şafak gibi popüler yazarlardan değil. Bir okurunun onunla konuşmak istemesinden eminim o da memnun kalacaktır.

Pınar bir süre düşünür gibi bakışlarını önüne eğdi. Parmaklarını seyretti. Halen hareket ediyorlardı. Sanki ondan bağımsızdı parmakları. Bir anda heyecanla başını kaldırdı.

-Daha iyi bir fikrim var. O eve gidelim. M. ve Y.’nin olduğu, yerde cesetlerin olduğu eve yani.

Esra boş gözlerle arkadaşını izlerken, Pınar, iyice hızlanmış parmakları ile masanın üzerini arşınlamaya devam ediyordu. Git gide hızlanıyordu… ve beklenmedik bir şey oldu o anda. Masanın üzerindeki hayali klavye yazmaya başladı. Daktilo sesine benzer sesler çıkarıyordu masa, her parmak dokunuşunda. Pınar yazmaya devam etti.

   Apartmanın kapısının önünde bir süre bekledik. Her bilinmeyene gidişteki o tuhaf kararsızlık yine çıkagelmişti. Zaten bilmediğimiz bir şey için kararsız olmaktı bunun içindeki tuhaflık. Esra omzuma dokunup “hiç girmeyelim, geri dönelim bence” dedi. Ama buraya kadar gelmişken geri dönmek olmazdı. Sadece bir tane kapı zili vardı apartmanda. Elimi zile uzattım ki daha dokunmadan kapı açıldı. Camları, kirden içini göstermeyen, demir parmaklıklı ağır kapıyı kendimi neredeyse zorlayarak ittim. Apartmanda ağır bir koku vardı. Sıvaları akmış, apartman duvarları bel hizasına kadar mavi, daha yukarısı ise beyaza boyanmıştı. Bir okul veya hastane duvarını andırıyordu. Ayakkabılarımın altı lastik olmamasına rağmen, mermer zeminde çok yüksek sesten gıcırtılar çıkıyordu her adımımda. Apartmanın büyük sessizliği içinde belirsiz bir utanç hissi uyandırıyordu benden çıkan bu gürültü. Koridor git gide uzuyor ve daralıyordu. Biraz daha ilerlediğimizde yürümek için yan dönmemiz gerekti. Ve koridorun o en dar bölümünde nereden geldiği belirsiz beş on tane hamam böceği geçmeye başladı ayaklarımın altından. Onları büyükçe bir fare kovalıyordu. Kırmızı gözleri ve sırtında neye ait olduğu belli olmayan kan lekeleri ile fare bir ürperti miktarında yanımdan geçti gitti. Merdivenlere vardığımızda Esra koluma yapıştı. “Emin misin devam etmek istediğine” diye sordu. “Sen istersen dön. Ben devam edeceğim” diye umarsızca yanıtladım. Bir insanı keşfetmeye giden bu yolculuktan tuhaf bir keyif alıyordum.

3

streetart22Yazar odanın içinde dolanmaya devam ediyordu. Bir süre sonra yorulduğunu fark edip bilgisayarın karşısındaki eski yerine oturdu. Yüzünü ellerinin arasına almış dalgın dalgın bakınırken bilgisayar ekranına kaydı gözü. Yazısı bıraktığı yerde değildi. Yazdığını hatırlamadığı bir paragraf vardı. Şaşkınlıkla yerinde kıpırdandı. Küçük notlar almaktan öte çoklukla alışkanlıktan ağzında tuttuğu kalem dudaklarının arasından kaydı. “Bu da ne şimdi. Ben böyle bir şey yazmadım.”

Pınar Esra’nın bütün ısrarlarına rağmen yazmaya devam etti;

Yukarı doğru dönerek yükselen ve gittikçe daralan merdivenler sonsuza uzanan eski bir yatak yayını andırıyordu. Adımlarım merdivenin basamaklarına güçlükle sığıyordu, neredeyse parmak uçlarımda tırmanıyordum basamakları. Esra da çaresiz peşimden geldi. Yukarı tırmandıkça tuhaf bir küf kokusu hakim olmaya başladı havaya, sonrasında keskin bir zeytin yağı kokusu çarptı yüzüme. En üstün bir alt katına vardığımızda yarı açık bir kapı çıktı karşımıza. İçeriden yoğun bir kadın parfümü geliyordu. Oldukça etkili olmasının yanında yaşı büyük birine ait olduğu belliydi. Kapıyı hafifçe itekledim. Esra ile başımızı içeri uzattık. Üzerinde iç çamaşırlarıyla bir kadın üzerini değiştirmekle meşguldü. Bizim içeri baktığımız fark edince kapıya döndü. Kırklı yaşlarında güzelce bir kadındı. “Ne kadar ayıp, kapat hemen o kapıyı!” diye bağırınca elimizden geldiğince hızla kapıyı kapatıp bir süre birbirimize baktık. Esra’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Esra’ya utanmamasını söyledim. Bunun bizimle bir ilgisi yok. “Biz yaşamadık bunu.”

Son kata geldiğimizde ardına kadar açık bir kapıyla karşılaştık. Kapını önünde kan lekeleri vardı. İçeri doğru ilerledik. Kan lekeleri koridor boyu devam ediyordu. Ucunda parlak bir ışık görünen koridor duvar kağıdı ile kaplıydı. Duvarlarda mutlu aile fotoğrafları vardı ve hepsinin çerçevelerinin camları kırıktı. Koridorun ve kan izlerinin sonuna vardığımızda büyükçe bir bavulla karşılaştık. Ağzı açık bavulun içinde yığınla Amerikan Doları külçe altınlar ve nihayet hepsinin üzerinde işlemeli kabıyla bir İncil vardı. Esra merakına yenik düşüp bavula uzandı. Onu kolundan tuttum. “Yapma. Her şey olması gerektiği gibi. Biz burada hiçbir şeyi değiştiremeyiz.”

Esra’yı güçlükle bavuldan vazgeçirip koridorun sonundan sola döndük. Karşımızdaki yarı açık kapıdan dışarı süzülen ışık kapıyı açmamla gözlerimi kamaşırdı. Gözlerimi bir kaç kez kırptıktan sonra ağır ağır dağılan bulanıklığın ardından onları gördüm. M ve Y karşılıklı iki koltuğa oturmuşlar ve içeri giren bize, iki beklenmedik misafire bakıyorlardı. Yazarın anlattığı gibi ortalarındaki sehpada bir silah duruyordu. Onların solunda da üç tane ceset yerde yatmaktaydı. Evin içinde ceset kokusu yoktu. Esra cesetlerin orada olacağını biliyor olmasına rağmen, gerçekten onları görünce tedirgin olmuştu. Benim birkaç adım gerimde duruyordu. M ve Y ne yapacaklarını bilmez halde bize bakmaktaydılar halen.

4

Yazar bilgisayarın ekranından akan cümleleri hayretle izliyordu. Yazı bir müddet sonra durunca elleri istemsiz klavyeye gitti;

M. önce Y’ye sonra da içeri giren davetsiz misafirlere baktı. İçeri giren iki genç kadından biri görebildiği kadarıyla (o anda nereden geldiği belirsiz bir sis görüşünü engellemeye başlamıştı) esmer ve dalgalı saçlıydı, diğeri ise esmer olanın arkasında durmaktaydı. İkinci kadın ise neredeyse hiç görülmüyordu. M, sessizliğe bir süre daha müsaade ettikten sonra dönüp sordu.

-Siz de kimsiniz? Buraya nasıl geldiniz?

Esra, Pınar’a dönüp cevap verecek muhatabın kendisi olmadığını ima ederken Pınar’ın cevabı geldi.

-Buraya nasıl geldiğimiz pek mühim değil ama kolay olmadığını söyleyebilirim… “Sen M olmalısın.” diyerek kendisine soruyu soran otuzlu yaşlarındaki adamı gösterdi. “Dolayısıyla da sen de Y sin.”

-Evet ben M. tanışıyor muyuz?

-Ben de P diyelim o zaman ve bu da E. Seni pek az tanıyorum. Sevgili bay yazar bütün hikayelerine ortasından başlamayı sevdiği için geçmişine dair bir şey bilmiyorum. Bir enstantane gibi bir şeysin benim için sadece.

-Hmm. Demek bizi biraz okudun. Biliyor musun biz çok talihsiz karakterleriz. Ola ola bu herifin öykülerinde var olduk. Bir Gogol karakteri olabilirdik mesela. Herif bizi ya aşık ediyor ya intihar ettiriyor da onu bunu öldürttürüyor. Arkadaş bir mutlu sonumuz olamadı.

O sırada Y söze karıştı.

-Ben de biraz sıkılmaya başlamıştım aslında. Geldiğiniz iyi oldu. Otursanıza, biraz sohbet edelim. Bu herifin sohbeti hiç çekilmiyor.

M ters bir bakış attı Y’ye.

Pınar, Esra’ya döndü.

-Bak, dikkat ediyorsan bu karakterlerin doğru düzgün isimleri yok. Çünkü onlar tam değil. Bir bütün kişiliği yansıtmıyor hiç biri. Hepsi yazarın kişiliğinin birer parçası. Ya olduğu ya da olmak istediği. Bu konuda tam emin değilim. Mesela Y. yazarın yalnız ve naif kısmı. M ise öfkeli ve başına buyruk olan.

-Biz hala buradayız ve duyuyoruz. Diyerek araya girdi M.

-Orada olduğunuzu biliyoruz. Şimdi biraz daha derinine ineceğiz sizi yazan, yazar beyin. Fakat ne oluyor. Deprem mi bu? Sallanıyor muyuz bana mı öyle geliyor?…

Yazar parmaklarını klavyeden çekti. Bir tuhaflık vardı bu işte. Hiçbir şeyi kontrol edemediğinin ayrımına vardı öyküsüyle ilgili. Delirmeye başladığını düşündü bir an. Masaya dirseklerini yasladı parmaklarını saçlarının arasına daldırdı. Gözlerini ovuşturdu. “Sanırım bu sefer gerçekten aklımı kaybettim.”

Beri yandan, Pınar, olanca gücüyle parmaklarını hareket ettirse de bir şey yazamıyordu artık. Esra ona bakıyordu. “Ne oldu, neden ilerleyemiyoruz?” Pınar başını salladı. “Bilmiyorum. Bir şeyler beni engelliyor. Sanki başka bir güç…daha büyük bir kuvvet…”

5

M, Y, P ve E öylece durakaldı. Zemin sallanmaya başladı. Duvarlardan tuğlalar fırlıyordu, eşyalar, kişiler ve o eve ait tüm anılar ve nihayet zaman ve var oluşu sarsılmaya ve çatırdamaya başladı odanın, evin ve binanın. Tahmin edilemez ve ani bir yok oluş peyda oldu. Yazarın gizli tüm korku ve arzuları o bina ile meçhul bir yerlere kayboldu. Ve en nihayetinde kendi kurduğu kumdan kaleyi, yine kendisi yıkmayı tercih eden bir çocuğun keyfi ile klavyeyi bırakıp bir bardak kahve yaptım. Pakette kalan son sigaramı da yakıp yazdıklarımı okumaya başladım.

Ve Rodion ata sarılıp ağlamaya başladı.

Bir zamanlar ben,

bir göldeydim.

Bir sandaldaydım. Sürekli bir rüzgar hali. Rüzgar başımı ağrıtır. Sürekli bir ağrı hali. Arada fırtınaya dönüyor da bir türlü devrilmiyor sandalım. Rüzgar işte, her zamanki gibi…

Uzaklara dalıp gittim ve yine gözlerim doldu. Kıyıya yanaşıp bir at arabası kiraladım. At var,araba ve arabacı var. Arabacı ata işkence ediyor, at ağlıyor, araba ise sadece sürükleniyordu. Gideceğim yere götürmüyordu beni, arabacının inisiyatifine kalmıştım.

Yağmur başladı aniden. Bir mağaraya sığındım, arabadan inip. Mağara boştu, ben hariç bomboştu. Bekledim. Yüzyıllar sürdü yağmur.

Dayanamadım, çıktım mağaradan. Denize ulaşmalıydım. Nehir oldum aktım, vadiler boyu uzandım. Menderesler çizdim zaman zaman. Denize giden yol düz değildi.

Ufukta görünce enginliği, insan yapımı engeller çıktı önüme. ”Dur” dediler. ”Daha yolun uzun”. Ve ben dedim ki onlara ”Çekilin yolumdan, yoksa siz de benimle gelmek zorunda kalırsınız”. Ve çekildiler önümden. Devam ettim. Ufak bir kasabadan geçtim, dev bir kalabalık toplanmıştı meydanda, gök yüzünü seyrediyorlardı. Usulca akıp geçtim yanlarından. Kimseler fark etmedi. Hayır, usulca geçtim ama sessiz değildim. Gürlüyordum. Onların kulakları tıkalıydı ama bana. Durmadım.

Denize ulaştım, deniz bana ulaştı.

İşte böyle oldu benim geçişim.