Bir vapurun uçması, batmadığı anlamına gelmez

Yaşama nedeni denen şey, aynı zamanda, çok güzel bir ölme nedenidir.

Albert Camus / Sisifos Söyleni

Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk

Sezen Aksu

 

Vapur sakin bir şekilde seyrediyor Alsancak’tan Karşıyaka istikametine. Martılara simit atanlar, çay içenler, yeni yasaya istinaden sigara içemeyenler, arkasına denizi almanın öz güveni ile fotoğraf çektirirken, ‘fotoğraf’ kelimesinin nasıl yazıldığını bilme ihtimali yüksek olanlar, bayanlar, baylar ve çocuklar, vapura ve manzaraya binaen Alsancak’tan Karşıyaka istikametine seyrediyor ve seyir ediyorlar.

Saat kaç bilmiyorum daha da güzeli umurumda da değil. Hafiften hallice, şiddetliden az bir rüzgâr saçlarımı oraya buraya savururken bir anda göz göze geliyoruz. Üzerindeki ‘Batman’ amblemi olan t-shirt ü,  pantolonunun üzerine sarkmış göbeği ve arkaya, öne, sağa ve sola doğru hatırı sayılır miktarda genişlemiş vücudu ile Mehmet’i görüyorum. Bu haliyle, Bruce Wayne’in Batmanliği bırakıp Gotham City’nin işlek bir noktasına tekel bayi açmış halini andıran bu adamla hukukumuz çok eskiye dayanmakta olduğu için ikimizde sırıtıyoruz. Mehmet bir aşktan mustarip bir dost olmaktan beri bir kaç kriminal mevzuya da karışmış bir kişidir. Bundan on sene kadar önce, çok içtiğimiz bir gecenin ilerleyen saatlerinde, mahalledeki bir petshopun camlarını kırarak içeride bulunan bütün hayvanları serbest bırakmak ve dükkanın duvarına sprey ile ‘özgür tutsaklar dükkanı’ yazmak gibi radikal bir kaç eylemi kendi planlamış ve hayata geçirmiştir. Yirmili yaşlarda olduğumuz o dönemlerde her köşe başında mobese denen, George Orwell’in 1984 romanına öykünen yöneticiler tarafından dikilmiş kameralar olmadığından eylemlerinin birçoğundan otorite tarafından cezalandırılmadan kurtulmuştur.

Mehmet ile ilgili hatırladığım bir şey de; Bebekler ve küçük çocuklardan daima uzak durmaya özen gösterirdi. Onlara, o korumasız canlılara, bilmeden de olsa zarar verme ihtimalini düşündüğü için bunu yaptığını söylerdi. İşin aslı farklıydı tabi. Bebeklerin, ruhuna kötülük bulaştırabileceğinden korkardı. ‘’Bebekler kötünün en saf halidir. Bütün bebekler kötü doğar, bazıları iyilikle tanışır ve bir noktada üzerlerine tam gelir bu giysi, onlar iyi olur. Bazıları iyilikle hiç karşılaşmaz ya da üzerlerine oturmaz iyilik karşılaşsalar da. İşte onlar kötü kalır ve zaman geçtikçe zımparalanmış, kabul edilebilir bir kötü ruha sahip olup toplumdaki yerlerini alırlar. Bu şeytani yaratıklarla yan yana gelmek istemiyorum’’ demişti bir seferinde. Mehmet’in neye inandığını kestirmek çoğu zaman çok güçtü.

Mehmet hemen kalkıp yanıma seğirtiyor. Enikonu yaşlanmış. Yakından gözlerinin altındaki torbalar iyice seçiliyor. Halimi hatırımı soruyor. Sorusuna soruyla karşılık veriyorum. ‘Aynı’ diyor. ‘Hala aynı be abi!’. Bunun anlamını biliyorum. Hala unutamamış onu. Aradan aylar ve yıllar geçmiş olmasına rağmen. O kızın evlendiğini biliyorum. Onun bunu bilip bilmediğini ise bilmiyorum. Ne diyeceğimi düşünüyorum bir müddet. Hemen anlıyor kelimelerimi seçtiğimi. ‘Ne o? Yoksa ondan bir haber mi var’ diye soruyor. Konuşmadan anlaşabilmek gibi özel yeteneklerimiz gelişti geçirilen onlarca yılla birlikte. Konuşturma beni der gibi bakıyorum yüzüne. Hemen anlıyor haberin kötü olduğunu, hem de çok kötü olduğunu. Belki çocuğu bile olmuştur. Belki çocuğunun adını, eşini bir şekilde ikna edip Mehmet bile koymuş olma ihtimali var. Yani, sonuç olarak her şeyin olabilme ihtimali var. Özellikle berbat şeylerin olma ihtimali her zaman vardır.

Vapur yavaş yavaş sudan yükseliyor. Denizin köpüklü suları son çırpınışlarını yaparken metale tutunmaya dair, nihayet havalanıyoruz. Bir müddet denize paralel gittikten sonra deniz seviyesinin bir miktar üzerinde, iyiden iyiye hızlanmaya başlıyoruz. Diyorum ki ‘Mehmet, hepimiz bu dünyadaki en muhteşem kadınları sevdik ve hepimiz Charles Bukowski’nin şu sözünde ne kadar haklı olduğunu gördük; Aşırı hız yapan hayaller gerçeklere çarparak durur. Yani Mehmet ne miktarda yükselirsek o kadar sert düşeriz. Peki Muhsin Ünlü ne demiştir konuyla ilgili; kadınlar şairleri sever ama müteahhitlerle evlenir’

Mehmet yukarıdan denize bakıyor. Ben Mehmet’e bakıyorum aynı hizadan. Zira ikimizde yukarıdayız artık, ya da olabilecek en dipte, sonuçta aynı hizadayız. Tamamen göreceli. Mehmet suya tükürüyor. Denize ulaşması on dakika kadar sürüyor. İzliyoruz. Düşüşü izliyoruz. Elli katlı bir binadan düşen adamın hikâyesini bilir misiniz?  Adam geçtiği her katta şunu söylermiş kendini rahatlatmak için; şu ana kadar her şey yolunda, şu ana kadar her şey yolunda, şu ana kadar her şey yolunda… Önemli olan düşüş değil yere çarpıştır. Bu ‘Le Haine’ filminin giriş monoloğudur. Ve bizim için de o tükürük için de önemli olan düşüş değil yere çarpıştır. Biz yıllardır düşüyoruz ve hala yere çarpmadık.

Mehmet’in gözleri buğulanıyor. Başını öne eğmiş, kuru bir zeytin dalı gibi sallanıyor, ya rüzgârdan ya vapurdan ya da kalbindeki sızıdan dolayı, bilemiyorum. Bir aralık gözüm parmağındaki yüzüğe kayıyor. Vuran güneşle alyansı parlıyor. Yüzüne bakıyorum. ‘’İki yıl oldu’’ diyor. ‘İki yıldır, yatakta, her gece, eşimle birbirimize paralel yatarken, onu düşünüyorum. Önce eşimi, sonra onu, en çok da kendimi aldatıyorum her gece. Günahlarım boyumu aştı ve artık üzerime devrilecek gibi hissediyorum. Evlenirsem, işti, çocuktu, evdi derken unuturum, hayat telaşına sarılırım diğer herkes gibi, geçer sandım. Geçmedi. Unutamıyorum… ’

Vapur iskeleye doğru yanaşıyor. Karşıyaka’da, sahilde yürüyen mutlu insanların mutlu yüzlerine doğru bir halat atıyoruz. Gülüşünden yakalıyoruz birini. Asılıp halata, atıyoruz kendimizi karaya.

İskelenin önünde, Mehmet’in elindeki evrak çantasına bakıyorum, sonra üzerindeki t-shirtün Batman logosuna ve en son da yüzündeki derin kasvete… Iphone kullanan bir Budist rahibin kendi içindeki tutarlılığını görüyorum onda.

Önümüzden yayalar ve arabalardan oluşan bir sel akıyor. Hepsinin ayrı sesi ve tınısı var. Bir beyaz araba sıyrılıyor aralarından, yankılanıyor sesi Ahmet Kaya’nın; Depremler oluyor beynimde, dışarıda siren sesi var… İçimde intihar korkusu var… İçimde ölen biri var…

Üzerimizden birkaç kırmızı uçak geçiyor ve nihayet Mehmet dönüp soruyor. ‘’Sahiden evlenmiş be abi? ‘’ Dokunsam ağlayacak. ‘’Gel’’ diyorum. Kolundan tutup sahil kenarındaki en yakın meyhaneye giriyoruz. Taylan’ın Yeri. Taylan abi kapıda karşılıyor bizi. Vefasızlığımızdan girip, bizi ne kadar özlediğinden çıkan, akıcı ve samimi bir giriş cümlesinden sonra, bir ufak rakı açıyor masaya, haydari ve fava getiriyor sormadan.  Israrsız fakat samimi soruyor; Ne isterseniz isteyin bu akşam benden olur mu? Halden anlıyor Taylan abi. Suratımızdan, yürüyüşümüzden, selamımızdan bile anlıyor. Sıvanmış gömleğinden, kolundaki dövmesi görünüyor ‘’I’m not in love i am the love’’

Geçen gün diyor Mehmet. ‘’ İsmi, dandik bir gazetenin Pazar ekindeki çengel bulmacada çıktı. Eşim bakmıyor olsa ağlardım. Neyse.’’ Selda Bağcan dünyadaki en yanık notadan giriyor, kapıyı kırarcasına; Yardan ayrılmışım, bağrım delinir. Meyhaneyi yerden kaldırıyor. Mehmet rakısından bir yudum alıyor. Paldır küldür düşüyor meyhane. Masalar sallanıyor, bardaklar birbirine çarpıyor, şişeler kırılıyor. Mehmet şangır şungur ağlamaya başlıyor. Birkaç yüzyıllık sessizlikten sonra, titreyen sesiyle ‘’Mecnun’’ diyor. ‘Mutluluk benim için artık bir masal dağının sarp yamaçlarında yetiştiği rivayet edilen bir mor çiçektir. ‘

Ruhum sıkışıyor. Kapının önüne çıkıp bir sigara yakıyorum. Denize bakıyorum. Sanki küsmüş gibi tüm şehir bana, bir kedi bile geçmiyor önümden. Bir taş alıp yerden, denize fırlatıyorum. Taş, yerinden edildiği için inanılmaz bir öfke ve süratle suya dalıyor ve deniz, taşı kendisine yakıştıramadığı için dev bir dalga çıkarıyor. Git gide büyüyen ve süratlenen dalga Alsancak sahilinden şehre giriyor. Birkaç mahalleyi sular altında bırakıyor. Ve görüyorum ki, yanlış hayalden sahici bir mutluluk çıkmaz. Aksine gayet hakiki bir felaket çıkar.

Sonra dönüp Mehmet’e bakıyorum. Taylan abi ayakta, oturan Mehmet’in omzuna elini atmış. Post modern meyhaneci ve aktivist romantik bir sohbete dalmış.

Rakının buruk kokusu, yosun kokusuna karışıyor. Mutsuzluğun ağırlığı, umutsuzluğun hafifliğine karışıyor. Favanın içindeki soğan parçaları, gözyaşlarına karışıyor. Sigaramın dumanı uzay boşluğunda kaybolup giderken, biz bu şehirde kaybolup hiçbir yere gidemiyoruz.

Köşedeki seyyardan otuz tane midye dolma alıp masaya koyuyorum. Mehmet zoraki gülümsemeye çalışıyor. İçi kan ağlarken insanın gülmesi ne zordur kim bilir? Kim bilecek, Mehmet bilir, Taylan abi bilir, ben bilirim ve bunu bilmeyen kişinin o meyhanede işi yoktur.

Mehmet’i sırılsıklam haliyle meyhanede bırakıp dışarı çıkıyorum. Yağmur çiseliyor. Sahilden içeri girip, çarşıyı boydan boya geçiyorum. Eski Gar Çay Bahçesi, şimdiki metro durağının karşısındaki tekelden dört kutu bira alıyorum. En yakındaki parka çöküp kutulardan birini açıyorum. Mehmet’i düşünüyorum biraz, sonra o kadını. Kallavi bir küfür savuruyorum karanlığa doğru. Gençten iki eleman, yürüyerek yaklaşıyorlar ve yanıma gelip sigara istiyorlar. Sigaraya promosyon olarak kutulardan birini de uzatıyorum. Yüzlerine bakıyorum. Uzun zamandır bu kadar mutlu ve şükran hissiyatta yüzler görmemiştim. Bir an gülümsüyorum ama çok uzun sürmüyor. Biraya yükleniyorum tekrar.

Bulutların arasından sıyrılma çabasındaki dolunay manzarası, şehrin tavanına asılmış devasa ve kasvetli bir poster gibi tepemde duruyor. Akordu bir türlü tutmayan bir piyanonun, Chopin icrasında çıkardığı sese benziyor bu şehir. Şiddetli bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağının dibinde bir küp altın bulmayı umarken, umumi tuvalet bulmaya benziyor. Berbat bir pavyondan çıkıp, Basmane’de ucuz, iki yıldızlı bir otelin, yağ ve küf kokulu bir odasında dünyanın en güzel kadını ile tanışmaya benziyor. Parlak kırmızı, şahane bir spor arabanın, penceresinin açılıp, kalburüstü bir hanzonun, cam silen çocukları fırçalamasına benziyor. Sabaha karşı, ayazdan kaçıp, bir sabahçı kahvesinde, sıcak çayından ilk yudumu alıp, biraz için ısındığında, cebindeki sigara paketinin boş olduğunu fark etmeye benziyor. Çevren güzel insanlarla sarılıyken, hiçbirinin seni sevmemesine benziyor. Çok güzel bir telefon melodin varken, o telefonun hiç çalmamasına benziyor. Bu şehir, palmiyelerle çevrili, denizin kenarında, muhteşem güzellikte bir cehenneme benziyor…

Son kutuyu da dipleyip kalkıyorum. Eve doğru yürüyorum. Karanlığa doğru, geleceğe doğru, bilinmeze doğru yürüyorum. Geleceğe, geçmiş üzerinden geçerek gidip yolu uzatıyorum…

Sabah…İşe gidiyorum…Vapurda…

Gazete okurken gevreği dişliyorum. Birkaç cinnet, popüler politikanın çürümüşlüğü, siyasi cinayetler, iç savaşlar, ekonomi, kapanan gazeteler, tutuklu gazeteciler ve daha bir sürü şey… Bir köşede Mehmet’in fotoğrafını görüyorum. Vesikalık. Zamanında iş başvurusu için çektirdiği, kravatlı, saçları sola taranmış, ciddi bir bakış…Başlığı okuyorum ‘İzmir, Karşıyaka’da, 29 yaşındaki Mehmet …. , Bahçelievler Mahallesinde, belediyenin kazdığı bir çukura düştükten sonra geçirdiği beyin kanaması neticesinde hayatını kaybetti.’ Hepsi bu kadar… Kupürü kesip cebime koyuyorum. Acil durum kolunu çekip vapuru durduruyorum. Vapur bir müddet suda kayıp, duruyor. Deniz lastik kokuyor. Korkulukların üzerinden atlayıp suya, koşmaya başlıyorum. Ciğerim ağzımdan çıkıncaya, dalağım patlayıncaya kadar koşuyorum.  İskeleden karaya çıkıp sırt üstü uzanıyorum kaldırıma, batmamak için. Son bir gayretle birkaç kulaç atıp Taylan abinin meyhaneye doğru yüzüyorum.  Çok yorulduğum fark ediyorum. Kapının önünde daha fazla dayanamıyorum. Batmaya başlıyorum. Nefesimi tutuyorum. Gözlerim kapalı, bilincim kapanmaya başlıyor…

Bir el uzanıp, omuzumdan tutuyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum. Taylan abi… Tutup, yüzeye çıkarıyor beni, girişteki masaya oturtuyor. Derin bir nefes alıyorum. ‘Mecnun… Ne oldu lan’ diye soruyor. Cevap vermiyorum.

-Mecnun… Oğlum…

-Lütfen abi… Öyle deme

-Ne demeyeyim? Ne diyorsun?

-Mecnun. Mecnun deme bana abi…

Taylan abi yüzüme bakıyor.

–Ben mecnun olmak istemiyor artık abi, anlıyor musun?

-Mehmet mi öldü?

Önüme bakıyorum.

-Yine mi be oğlum? Bu kaçıncı? …

Devamını getirmiyor, kafamı kaldırıp yüzüne bakınca. Dedim ya, anlayışlı adamdır Taylan abi. Kollarını sıvıyor. Sol kolundaki dövme gözüküyor ‘‘I’m not in love I am the love’’. Gidip bir ufak açıyor masaya, haydari ve fava getiriyor. Sonra Mehmet gelip oturuyor karşıma. Yüzünde derin bir kasvet var. Gözlerinin altı şiş, gözleri kızarık. Ona da bir kadeh koyuyorum. Hiç konuşmuyoruz. Cebimden sigara paketini çıkarırken, gazeteden kestiğim kupür yere düşüyor. Arka yüzü üste gelmiş olacak ki, bir iş adamının ölüm ilanı. Ailesi ve yakınlarına baş sağlığı diliyor. Eğilip almıyorum yerden. Öylece duruyor. Mehmet’e bakıyorum. Başı öne eğik. Sonra yine gece oluyor ve yine sabah ve yine birileri, sessiz, kimsesiz, yapayalnız, haber bile vermeden ölüyor. Yine ve yine, defalarca…

 

 

Aşık olmayı da denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız, korkunç acılar çektim. Ruhumun derinliklerinde çektiğim acıyla alay eden bir ses işittiğim halde acı çekmeye devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı…

Dostoyevski / Yeraltından Notlar

Yorum bırakın