Orta sınıf bir memurdu Mehmet. Her akşam olduğu gibi saat beşte, çalıştığı masasından kalktı. Yan masada oturan Nihal’e iyi akşam dileyip çıkışa yöneldi. Çaycı ile selamlaştı. Kapıdaki güvenlik görevlisine başıyla selam verdi. Ilık bir Ankara akşamında, her gün beklediği durağa yürüdü. Kendi gibi birçok memurla birlikte Kızılay’dan otobüse bindi.
Kapıyı açıp evine girdiğinde kedisi Kobe miyavlıyordu. Ayakkabılarını çıkarıp kedinin mamasını verdi, su kabına ekleme yapıp tuvaletini temizledi. Üzerini değiştirdi. Dolaptan bir bira alıp salondaki koltuğunda yerleştiği anda telefonu çaldı. Bir süre telefonu aradı. Sonra pantolonunun cebinde kaldığını hatırlayıp, kapının arkasında asılı duran elbiselerin arasından telefonunu çıkardı.
-Alo.
-….Mehmet…yarın…hani vardı ya…tamam mı?
-Anlamıyorum.
-Ya…Mehmet…
-Anlamıyorum.
-Yeni bir telefon…artık ya…mesaj atıyorum…
Telefonu kapatıp sehpaya koydu. Birasından bir yudum alıp bir sigara yaktı. O sırada mesaj sesi duyuldu. Açıp baktı. Yarın akşam, geçen buluştuğumuz Teras bara gel iş çıkışı. Nihal de gelecek.
Telefonu tekrar sehpaya bıraktı. Altı yıldır aynı telefonu kullanıyordu. Geçen ay otobüste yere düşürdüğü için ekranı kırıktı. Ses sisteminde sorun vardı. Bazen ses gelmiyor bazen de gitmiyordu. Şarjı da durduk yere bitip telefon kapanabiliyordu ara sıra.
Tavana baktı Mehmet. Bugün otuzuncu yaş günüydü. Fakat kimsenin bundan haberi yoktu. Çünkü Facebook kullanmıyordu ve çünkü yalnızdı. Yetiştirme yurdunda büyümüştü. Ailesi meçhuldü ve Mehmet de kim olduklarını merak etmeyi on sene kadar önce üniversiteye girdiğinden beri bırakmıştı. Sosyal ortamlarda zorlandığı için ara sıra, iş yerinden yahut okuldan eski arkadaşları onu bir yerlere çağırıp sosyalleştirmeye çalışırdı. Yarın da o günlerden biri olacaktı. Yarın işe giderken giyeceği elbiseyi düşündü. Yakın zamanda aldığı ayakkabıları giymeye karar verdi. Hem şık gözüküyordu, hem hiçbir tarafında markası yazmadığı için fiyatı da belirsiz gibiydi. Ayrıca rahat olduğu için bütün gün çalıştıktan sonra akşam da onlarla dolaşmaktan rahatsız olmayacaktı. Bugün giydiği pantolon hala temizdi. Koyu yeşil gömleğini de bu hafta hiç giymemişti. O da temiz ve ütülüydü. Elbise sorununu çözünce bir rahatlama geldi içine. Birasını kafaya dikti. Şişeyi indirirken telefonuna takıldı gözü. Az önce konuştuğu iş yerinden arkadaşı Burak da, geçenlerde görüştüğü üniversite arkadaşı da yeni bir telefon alması gerektiğini söyleyip duruyordu. Hatta bugün, çaycı, çayı Mehmet’in masasına bırakırken telefona bakarak, Mehmet bey dedi ve cebindeki telefonu çıkarıp,’’ bakın bular çok iyi, indirimden aldım ben de. Dört bin yedi yüze düşmüş. Kamerası falan çok iyi’’ demişti. ‘’İyi, bakayım ona bir ara’’ diyerek geçiştirmişti. Öğlen arasında, kapının önünde sigara içerken, ismini bilmediği ama her sabah ve akşam selamlaştığı güvenlik görevlisi, ‘’Mehmet bey hiç yakışıyor mu sana kırık telefonla dolaşmak. Sana yeni bir telefon alalım artık. Bak bunu da geçen aldım ben. İşlemcisi çok iyi’’ diyerek telefonunu göstermişti. ‘’Güzelmiş. Güle güle kullan’’ diyerek onu da geçiştirmişti Mehmet. Ama şunu fark etmişti ki bir telefon sorunu vardı. Evet. Kesinlikle bir telefon sorunu vardı ve onu çözmediği sürece bu konu sürekli ona hatırlatılacaktı. Kırık bir telefonla dolaşmak yırtık bir gömlekle dolaşmaktan çok da farklı değildi demek ki…
Mehmet o akşam erken yattı. Fakat türlü türlü kâbuslar gördü. Uyandığında, kendini yorgun hissediyordu. Yine her sabah olduğu gibi, Ankara’nın takım elbiseli memur sürüsüne karışarak gri binaların arasından iş yerine doğru ilerledi. Kapıda adını bilmediği o güvenlik görevlisi vardı yine. Gülümseyerek selamladı güvenlik Mehmet’i. Fakat Mehmet, adamın gülümsemesinin altında ince bir alay sezdi. Masasına geçti. Yan masadaki Nihal yerinde yoktu. O gün gayet sıradan ve sakin geçti. Ve Nihal işe gelmedi.
İş çıkışı biraz heyecanlıydı. Bir an önce bara gitmek istiyordu. Nihal evden gelecekse erken gelmiş olabilirdi. İnsanları bekletmeyi sevmezdi. Hızlı adımlarla kaldırımda yürüyordu daha doğrusu yürümeye çalışıyordu. Çünkü ne zaman biraz hızlansa, yan yana sohbet ederek çok yavaş yürüyen üçlü dörtlü guruplar onu yavaşlatıyor. Onları geçmeye çalışırken karşıdan gelen diğer guruplarla çarpışmamak için kah yana kaçıyor kah yola inip etraflarından dolaşıyordu. Ankara’da yürüyen genel olarak iki tip insan vardır. Bir yerden bir yere belli bir zamanda gitmek isteyenler ve onları engellemek için kaldırımları işgal edenler. Tahminimce bu iki gurup birbirlerinden nefret eder.
Teras bara girdiğinde, arkadaşı Burak birasını yarılamış onu bekliyordu. Karşısına oturup kendine bir bira söyledi. Biraz sohbet ettikten sonra Mehmet dayanamayıp sordu?
-Nihal niye gelmedi?
Burak saçlarını karıştırıp birasından bir yudum aldı. Uzun bir es verdikten sonra.
-Ya…bunun bir arkadaşı var Melis diye. Onu getirecekti. Yani bizi tanıştıracaktı. Ben de, o yalnız kalmasın diye seni çağırmak istedim. Kaç senedir yan yana çalışıyorsunuz. Artık bir tanışın siz de. Hem Nihal güzel kadın…Sonra seni söyleyince Nihal bir tereddüt etti. Sonra da gelemeyeceklerini bir işinin çıktığını söyledi…
-Yani beni iste…benimle buluşmak istemedi.
-Ya öyle değil de…biraz ağzını aradım…en son döküldü tabi…dedi ki…
-Ne dedi?
-İyi hoş adam ama mağara adamı gibi yaşıyor…iş ev…ne instagramı var ne twitter kullanıyor, ne bir aktivitesi var. Hem kırık hem eski bir telefonla dolaşıyor. Hangi yüzyıldayız…falan…böyle şeyler söyledi…Saçmaladı yani…
-Anladım.
-Ne anladın Mehmetciğim. Söyle de ben de anlayım. Daha kaç yaşındasın ellisinde gibi davranıyorsun. Şu çağa biraz ayak uydursan diyorum.
-Demek bayanlar pek sevmiyor antika tip.
-Bayan değil kadın.
-Nasıl?
-Hayvanlık yapma kadın denir ona.
-Kadın kaba laftır. Bayan diyerek kibarca anmak istedim.
-Bak twitter kullanmıyorsun işte. Bilmiyorsun. Öyle değil artık. Bayan dediğin zaman kadına ikinci sınıf insan…ya ben ne anlatıyorum sana. Bak iletişim eksikliği bu işte. Enformasyon çağı bu. Bak Hawai diye bir marka var. Onun son modeli muhteşem. F83 modeli. 128 gb hafızası var, 8 mp ön kamera, 6 gb ram…Hiç Telefunken’i falan aratmaz. Ama tabi Quartz kullanmak her zaman bir ayrıcalık. Bak bu mesela. Her şeyi yapıyor. Ne istersen. Şu an dokuz bin iki yüz ama indirim kovalarsan…
Burak anlatmaya devam ediyordu ama Mehmet’in aklı dokuz bin iki yüz lirada kalmıştı. Bu miktarda para ayırması için gerekenleri düşürdü. Taksite girse ayda ne kadar ödeyeceğini kabaca hesapladı. Sekiz taksit olsa…kredi faizi bir nokta sekizden…Sigarayı bırakması gerekiyor ya da azaltması…içki de aynı şekilde…Evde daha fazla yemek yapıp daha az dışarıdan söylemesi gerekiyor. Önceki gün beğendiği ceketi almayı da bir sene ertelemesi gerekiyor….
-Alo…Mehmet…Nereye gittin oğlum…Nihal diyorum. Aslında uyarsınız siz. Yani kadın seni beğenmiyor değil baktığında…Ne kadar daha yalnız kalacaksın…
-Söylesene, salonda sehpaya bıraktığın bir su bardağının, aradan iki hafta geçmiş olmasına rağmen hala orada duruyor olmasını nasıl açıklarsın?
-Yalnızlıkla işte… Aferin. Düşünmeye başlıyorsun.
-Hayır Burak. Hayır dostum. Bunu ya Newton’un birinci hareket yasasıyla yahut pasaklılıkla açıklarsın. Hayata farklı bakıyoruz.
-Hmm… Tuzak soru. Güzel. İşte böyle şeyler anlat ortamlarda. Şu ilginç laflarını kendine saklamasan aslında…
-Haklısın…
Sonra ikinci biraları sipariş ettiler. Havadan sudan konuştular. Dördüncü bardaklar da bittiğinde kalktılar. Metro girişinde. Vedalaştılar. Hava kararmaya başlamıştı. Tipik Ankara insanı evlerine çekilmeye başlamış ortalık tenhalaşmıştı.
Metro da tenhaydı. Bir yer bulup oturdu Mehmet. Kafasından hala bir takım hesaplar geçiyordu. ‘’Aslında bunun gibi kısa yolculukta telefon iyi olabilir. Müzik dinlerim, oyun falan da olabilir. İnternete girip haberler…Hem de iyi olur işte neyse’’ Ceketinin iç cebinden küçük bir kitap çıkarıp okumaya başladı. Nikolay Vasilyeviç Gogol’un Palto isimli öyküsü…
Apartmana girerken ismini bilmediği kırk yaşlarındaki saçları ağarmış bir adam olan komşularından biriyle karşılaştı.
-Mehmet… Üç numaradan geliyorum.
-Üç numara kimdi?
Komşusu kısa bir duraksamanın ardından. ”Rıza amca ölmüş” dedi. ”Bir uğra da başsağlığı dile… Sen benim de kaç numarada oturduğumu da bilmiyorsundur şimdi…
-Yok abi… Daha neler…
Kısa bir sessizlikten sonra komşusu gülümsedi. Mehmet de gülümsedi. Tedirgin edici bir süre birbirlerine gülümsediler.
-Tamam abi. İyi akşamlar.
Komşusu başıyla selamlamakla yetindi. Mehmet kapıyı açıp evine girdiği an ölen komşusunun adını unuttu.
Ertesi gün normalden yarım saat erken gitti işe Mehmet. Zaten uyuyamamış sabahı zor etmişti. Masasına oturup o gününün işlerini kafasında sıralamaya çalıştı ama odaklanamıyordu. Mesai daha başlamadığı için kapının önüne çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Girişte yine o güvenlik görevlisi vardı. Üç liralık banknot kadar sahte bir gülümsemeyle selamladı Mehmet’i. Mehmet karşılık vermedi. Bu adamdan iyice nefret etmeye başlamıştı. O sırada dairenin kıdemlilerinden, ellili yaşlarının ortasındaki, İzzet yanına geldi.
-Mehmetciğim nasılsın?
-İyiyim abi. Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim de seni bir durgun gördüm. Hoş zaten hep durgunsun da… Canının sıkan bir şey mi var?
Mehmet bir an ne diyeceğini bilemedi. Yok iyiyim dese geçiştirmiş gibi olacaktı. Ama tutup da hayatını ve sorunlarını çok da tanımadığı bu adama anlatmak istemiyordu. ‘’Telefonun bozuldu abi, yenisi de çok pahalı’’ dedi hızlıca.
-Aha şu mesele. Sizin nesil takmış bu akıllı telefona. İlla en iyisi olacak diye, geliri ne, gideri ne bakmadan araba parasına telefon alıyor. Bak benim telefona. Tuşlu. Geçen apartmandan düştü, tam üç kat. Aldım konuşmaya devam ettim. Şarjı desen bir hafta gidiyor.
Cebinden bir sigara çıkarıp sararmış bıyığının altına yerleştirdi. Mehmet sigarayı yakınca, İzzet söylevine devam etti.
-Hayatı kaçırıyorsunuz oğlum, ne bir konser izliyor insanlar ne bir anın tadına varmaya çalışıyorsunuz. Varsa yoksa video çekeyim, fotoğraf çekeyim paylaşmayım. Kimse kimsenin yüzüne bakmaz oldu. Herkesin kafası önde, kim ne demiş, ne paylaşmış. Zaten hep kambur olacak bunlar. Bir de bir beğenilme hastalığı…
Mehmet sonrasını dinlemedi. Birkaç dakika daha anlattıktan sonra, İzzet sustu.
-Haklısın abi.
Masasına döndü Mehmet. İşine başladı. Birkaç insanla selamlaştı. Nihal işe geç geldi. Burak bir ara yanına gelip önemsiz bir şeyler anlattı. Mesai bitti.
Ertesi gün Mehmet işe gelmedi. Müdürü onu aradı ama telefonuna ulaşılamıyordu. ‘’Bin sefer dedik yeni bir telefon al’’ diye sitem etti. Burak’ı odasına çağırdı.
-Nerede bu Mehmet? İşim var onunla.
-Ulaşılamıyor müdürüm. Telefonu bozuktu…
-Hay onun telefonuna…
-Dedik müdürüm de pinti herif işte…
Mehmet ertesi gün de işe gelmedi ve bir sonraki gün de. İnsanlar Mehmet’in yokluğuna alışıyor gibiydi. Bir kaç defa aradılar ama ulaşamadılar. Bir hafta sonra bir aralık İzzet ‘’Nerede bu çocuk yahu başına bir işe gelmiş olmasın? Evine bakan oldu mu?’’ diye sorunca dairedekiler kafalarını işlerine gömdüler. O gün İzzet, personel şubeden Mehmet’in adresi aldı ve iş çıkışı o adrese gitti. Kapıyı çaldı ama açan olmadı. Komşulara sordu. Hepsi onu tanıyor ama kimse adını dahi bilmiyordu. En son önceki hafta akşam eve gelirken gördüğünü söyledi bir komşusu. Sonra polise haber verdiler. Polis kapıyı kırarak açtı ve Mehmet’in ve kedisinin koridorda yatan cansız bedeniyle karşılaştı. Mehmet kalp krizi geçirmişti kedisi de susuzluktan ve açlıktan ölmüştü.
Götürüp gömdüler Akaki Akakiyeviç’i ve Petersburg, kendinde böyle biri hiç yaşamamışçasına onsuz kaldı.
Nikolay Vasilyeviç – Palto