Şaşıracak hiçbir şey yoktu

Saçlarını yana doğru attı, ince parmaklarıyla paketinden bir sigara daha çıkardı. Ve yine saatine baktı. Bu yedinci sigarası ve beşinci saatine bakışı olmuştu bu akşam. İyi gitmiyorduk. O da bunu biliyordu. Ve bu iyi bir şeydi. Çünkü ben şimdiden Aysel’i özlemiştim.

Çantasında çakmak ararken sessizlikten sıkılıp her zaman yaptığım gibi rastgele ağzımı açtım.

-Hazreti Mevlana’nın Come as you are şarkısını bilir misin?

-Ne?

-Yani bir şeyi çeşitli şekillerde söyleyebilirsin ve bazen bunların hiçbiri ayrı ayrı saçmalıklardan ileriye gitmez.

-Ne diyorsun?, dedi ve sigarasını yaktı

-Yani Cobain’in uyuşturucu ve alkol sorunu vardı ve Mevlana bey de…bilirsin işte Allah’a falan inanıyordu. Yani..

‘’Anlıyorum’’ diye araya girdi. Tekrar saatine baktı. ‘’Benim gerçekten gitmem gerekiyor’’

Saatin kaç olduğunu sorsam ve bilemese çok komik olurdu diye düşündüm ama onu daha fazla zora sokmak istemiyordum. Zaten son yarım saatini benimle bu berbat kafede oturarak geçirmişti. Dışarı çıkınca derin bir nefes alacağına emindim. Ama yine de bir çocukla oynadığın oyunda bile, bilerek yenilirken birazcık rol yapman gerekir. Öbür türlüsü her iki tarafa da saygısızlık olur.

-Bir bardak kahve daha içer misin yol için, bir bardak kahve daha gitmeden önce ?

-Yok teşekkürler. Ben…gideyim artık.

Bob Dylan da dinlemiyordu ama elleri gerçekten hoştu. Sigarasını kül tablasına bastı. Sönmedi. Az önce kül tablasına attığı sigara jelatini yanmaya başladı. Yanık plastik kokusu eşliğinde ayağa kalktı. Sandalyenin arkasına astığı hırkasını hızlıca aldı. ‘’Tanıştığıma memnum oldum’’ deyip elini uzattı. Elini sıktım. Tanrım, elleri gerçekten çok güzeldi. Sonra hızlı adımlarla kafeden çıktı. Bir süre arkasından izledim. Canım sıkıldı biraz. Sonra Aysel geldi aklıma. Eve dönerken ona bir şeyler almam gerektiğini düşündüm. Biraz daha canım sıkıldı.

Hesabı ödeyip dışarı çıktım. Hava kararmıştı. Ilık bir akşamdı, içimden yürümek geldi. Kuğulu Park’ın içinden geçtim, Tunalı’dan aşağı yürüdüm. Esat’tan Kızılay’a indim. Sonra yorgun hissettim kendimi. Oradan dolmuşa binip evin oradaki marketin önünde indim. Kasada sıra beklerken, bu son kez buluşma uygulamalarını kullanışımdı, dedim kendi kendime. Bu cümleyi yaklaşık on defa kurmuşumdur. Bu sefer de diğerleri gibi hiç inanmadım kendime.

Eve girdim. Aysel’in kapının açılma sesini duyduğunu biliyordum. Her zaman duyardı. Kapıyı kapatıp elimdeki torbaları yere koydum. Kafamı tekrar kaldırdığımda Aysel karşımda duruyordu. Yavaş adımlarla yanıma geldi.

-Naber, özledin mi beni?

Cevap vermedi. Hiç vermezdi. İyice yaklaştı. Üzerimi koklamaya başladı. Anlamıştı biriyle buluştuğumu. Hep anlardı zaten. Elimi poşetlerden birine daldırıp ona aldığım hediyeyi çıkardım. Hemen dikkati dağıldı. Sehpanın üzerine çıkıp elimden almaya çalıştı.

-Sabret bakalım biraz.

Mutfağa gidip dana biftek aromalı yaş mamayı temiz bir kaba koydum. Su kabını boşaltıp suyunu yeniledim. Kapları yerine koydum. Koşarak mamasını yemeye geldi. Ben de diğer poşetteki bira şişelerinden biri alıp salona geçtim. İkili kanepeye oturup, ayaklarımı sehpaya uzattım. Birayı açtığımda Aysel mamasını bitirmişti. Ağır ağır yanıma geldi. Koltuğa sıçradı. Kucağıma çıkıp yerini ayarladı. Sonra burnuyla burnuma dokundu, belli belirsiz miyavladı ve kucağıma kuruldu. Biradan bir yudum aldım. ‘’Aysel özür dilerim’’ dedim ve başını okşadım. Hemen hırlamaya başladı. Canım sıkıldı biraz. İçimden ağlamak geldi ama ağlamadım. Biradan büyük bir yudum daha aldım.

Karanlıktan gelenler

Kapının yanında duran siyah köpek, belirsiz bir hedefe doğru durmadan havlıyordu. Hava çoktan kararmıştı. Sigara içmek için barın önüne çıkmıştık. Esma birasından bir yudum alıp kaldırıma oturdu. Ben de yanına oturdum. Konuşmuyorduk. En son neden bahsettiğini hatırlamaya çalışıyorum. Aklıma gelmiyor. Şortunun altına giydiği, neredeyse diz kapağına kadar çıkan ve bitiş kısmında, kırmızı, yeşil ve turunu renkte şeritler olan, sporcuların giydiğine benzer beyaz havlu çorapları, buluştuğumuzda beri sürekli dikkatimi çekiyordu. İstemeden yine gözüm kaydı, biraz fazla uzun baktığımdan olsa gerek ‘’Ne ?’’ dedi. ‘’Hiç gözüm dalmış’’ diye yanıtladım. Cevabımdan tatmin olmuş gözükmedi. Fakat aklımdan o anda geçenleri ona anlatamazdım. Yeni tanışmıştık. Henüz, takıntılı bir manyak olduğumu öğrenmesine gerek yoktu… Ama size anlatabilirim tabi sayın okur.

Çorabın üst tarafındaki üç rengin alakasızlığı ve gelişigüzel seçilişi bana, küçüklüğümü, daha net tanımlamak gerekirse, elbiselerimi kendim seçemediğim yaşları hatırlattı. Üzerinde ‘’Turbo 857’’ yazan tişörtümü hatırlattı daha doğrusu. O yazı üzerine çok kafa yormuştum. Turbo 857’nin ne anlama gelebileceği ile ilgili en az yirmi tane teorim vardı. En sevdiğim, saatte sekiz yüz elli kilometre ile gidebilen ama aşırı hızlı olduğu için piyasaya sürülmesi çok tehlikeli bulunan ve yasaklanan, (kim tarafından bilmiyorum) Ferrari marka araba üzerine olandı. Yazının kırmızı olması da bu teorimi destekliyordu. Rusların aya gönderdiği gizli uzaya aracının adı olduğu, Turbo marka sakızlardan 857 tane çiğnersek süper güçlere kavuşacağımız ve o sakızın üreticilerinin uzaylı olması… gibi liste uzuyordu. Daha sonra, biraz daha ilerleyen yaşlarımda, bir gün, pazarda üzerinde Chigago Süper Camping yazan bir tişört görmem bardağı taşıran son damla oldu. Zaten son birkaç senede, anlamını kavrayamadığım yazılarla döşenmiş çok fazla tekstil ürünü görmüştüm. Sırtında ‘’Lazer Power 2001’’ yazılı bir eşofman üstü, bacağında ‘’Süper Spor’’ yazan bir eşofman altı, üzerinde Race Running 7 yazan bir şapka ve daha niceleri… Ortada ciddi bir sorun vardı ve ben bu sorunu adlandıramıyordum. Hadi birinin anlamını bulamadım. Hadi diğerini de bulamadım. Ama hiçbirini bulamıyordum. O zaman ya bunlar, CIA veya KGB’nin kriptolu gizli haberleşme yöntemi falan gibi uçuk bir teoriye dayanıyordu ya da (olmasından çok korktuğum ihtimal) bu yazıların hiçbir anlamı yoktu. Kendini bilmez bir tekstilcinin alelade uydurduğu, ya da sağda solda rastgele gördüğü bir yazıyı oraya eklemesinden başka bir şey değildi.  Eğer bunların hiçbir anlamı yoksa ama ben buna rağmen hepsine net bir sonuca ulaşamamakla birlikte, bir sürü anlam yükleyebiliyorsam…Ve bir şekilde bu anlamlardan birine aşık olsam ya da bir etki ile ona inanmaya karar versem… Ve kendi uydurduğum bir fikre inanmaya başlasam… Bu gayet olağan bir durum olurdu. Üstüne üstlük, bu yüklediğim anlam bir şekilde beni rahatlatıyorsa yahut işime geliyorsa bu inanca tutunmamak için pek bir sebep kalmıyor, gerçeğin kendisi hariç. Fakat hangi gerçek…? Ulaşamadığım bir gerçek yahut tam bir saçmalık, anlamsızlık yığını… Daha sonra, o anlamsızlık bir anda yüzüme bir tokat gibi çarpsa… Pazarda gördüğüm Chigago Süper Camping yazılı tişört gibi… Kalitesiz tekstil kokulu bir anlamsızlıktan daha kötü ne olabilir ki…  Aman Tanrım ! Gerçekliğin sabun köpüğü gibi ellerimden kayıp gittiğini hissediyorum. Bütün bu gördüklerimiz, duyduklarımız, inandıklarımız hatta belki tanıdıklarımız ya bir anda böyle bir absürtlük girdabına girip savrulmaya başlarsa. O zaman için düştüğümüz o belirsizlik alanında çaresizlik ve korkudan başka ne kalır elimizde…

Esma tekrar yüzüme baktı. ‘’Ne bakıyorsun bir saattir bacağıma, sapık mısın sen be’’ diyerek ayağa kalktı. Sanırım, farkında olmadan tüm bunları düşünürken, gözlerim çorabındaydı. ‘’Konuşsana…ne susup duruyorsun…’’

-İstersen açıklayabilirim ama uzun sürebilir…Ve hakkımda kötü bir fikre sahip olmanı istemem… dedim ve biramdan bir yudum aldım. Siyah köpek nihayet havlamayı kesti. Belki de o da anlatmamı istiyordu… Aklından neler geçtiğini kim bilebilir…

Siyah köpek, kuyruğunu sallayarak yanıma geldi. Uzanıp başını okşadım. Köpeği severken aklıma geldi, anlatmaya başladım.

-Biliyor musun, aynı buna benzeyen bir köpeğimiz vardı küçükken, adı da… Esma ?

Kafamı çevirdiğimde, zaten ayakta olan Esma, benden on metre kadar uzaklaşmıştı bile, sokağın sonuna doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Ben arkasından seslenmeye karar veremeden köşeyi dönüp gözden kayboldu.

-…peki…Hoşça kal…

Siyah köpek, aniden, aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi, Esma’nın gittiği yönün aksine doğru koşarak uzaklaştı. Kim bilir aklından nereler geçiyordu. Kaldırımda elimdeki bira ve yanımda Esma’nın bıraktığı şişe ile kalakaldım. Bu bitince onu da içerim diye düşündüm. Biramdan bir yudum daha aldım.

-Neyse…Aynı buna benzeyen bir köpeğimiz vardı. O da böyle simsiyahtı. Sanırım on yaşımdaydım. Bir haziran ayındaydık. İnsanın dünya üzerindeki hakimiyetine olan sarsılmaz inancımı yıkan gündü o…Neyse… Bunu anlatmak biraz uzun sürebilir… Ve hakkımda kötü bir fikre sahip olmanızı istemem…

HIZ SINIRLARI, ÖRDEKLER VE ÖNLENEMEZ ARZULAR

Ellerim üşüyordu. Kuğulu Parktaki küçük yapay göl buz tutmuştu. Buzun üzerinde yürüyen ördekleri izlerken gözlerim doldu. Evet. Çok saçma. Biliyorum.

Bugün üçüncü yıl dönümü… O günün…Belki de o yüzden…

O gün öğleden sonra buluşmuştuk Merve’yle. Akşama kadar, sağda solda içtikten sonra, son oturduğumuz barda, Merve ‘’Hadi biraz gezelim’’ demişti. Nedense hiç sorgulamadan kalktık. Arabaya atladığımız gibi, telefonunu arabanın radyosuna bağladı. Massive Attack açtı. Angel şarkısı başlarken, yola çıkmıştık. Eteğinin üzerinde hızlıca bir sigara sardı. Çevre yoluna çıkarken camı açtı. Siyah saçları rüzgarla savrulurdu. Sigarayı yakıp derin iki nefes aldı ve bana uzattı. Vitesi dörde atıp, sigaraya asıldım. Merve’nin parfümü tüm arabada dolaşıp, arka koltuğa oturmuştu sanki elleriyle boynumu okşuyordu. Gaza yüklenip arabanın devrini yükselttim. Vites değiştirmek için. Vites değiştirirken elim dizine değsin diye. Dizine dokunuşumdan sonra vereceği tepkiyi ölçmek için. Tepkisi olumluysa, elimi dizine koymak için. Ve yine tepkisini ölçmek için. Hala istiyorsa, elimi daha yukarı kaydırmak için. Ve daha da sonrası için… Sonra Merve, sanki aklımı okurcasına vitesin üzerindeki elimi alıp bacaklarının arasına doğru sürüklüyor. Elim sürükleniyor. Ben sürükleniyorum. Araba sürükleniyor.

Havuzun arka tarafında, bir çift düğün fotoğrafı çektiriyor. Gelin, üzerindeki incecik gelinlikle üşüyor. Damat, fotoğrafçının verdiği direktifler doğrultusunda çeşitli maymunluklar yapıyor. Sanırım bir de bunun üstüne para verecekler. Onları izliyorum. Komik gibi… Bilmiyorum. İçimden gülmek gelmiyor. Bir sigara çıkarıyorum. Ellerim üşüdüğü için çakmağı zor yakıyorum. Üstelik sağ ayağım da üşümeye başlıyor.

O gün de hava soğuktu ve akşam vakti cam açık ilerliyorduk ama üşümüyordum. Merve uzanıp boynumdan öpmeye başladı. Elimi kendine doğru biraz daha bastırdı. Ben de gaza bastım biraz daha.

Buzun üzerindeki ördeklerden biri kayıp düşecek gibi oldu. Gölün etrafındaki, genellikle çocuklu ailelerden oluşan kitleden, belirgin bir heyecanlanma nidası çıktı. Gözümden bir damla yaş aktı.

Araba hızlanıyordu. Çevre yolu boştu. Sağ şeritte tek tük tırlar ve kamyonlar görülüyordu. Fakat sollarından o kadar hızlı geçiyorduk ki, o anda o yolda bizden başka kimse yok gibiydi. Merve anlayışlıydı. Yolu görmemi engellememek için boynumdan dudaklarıma geçmedi. Onun yerine kucağıma doğru eğildi. Kemerimi çözerken, o ana kadar elinde olan sigarayı bana verdi. Sağ elim hala ona aitti. Sol elimle direksiyonu bırakıp bir nefes çektim. Araba bir an sarsılır gibi oldu. Gaza biraz daha bastım. Halbuki sarsılan araba değildi. Bendim, tüm varlığımdı ve benim tüm dünyamdı. Hafifçe başım dönüyor. Yol çizgileri artık bitişik gözüküyordu. Merve’nin dudaklarının sıcaklığı tüm vücuduma yayıldı. Unfinished Sympathy çalıyordu.

Oturduğum tahta bank çok rahatsız geliyor. Halbuki bundan üç sene önce ilk buluşmamızda, tam olarak bu banka oturmuştuk. O zaman bunu fark etmemiştim. Sağ ayakkabımın altında bir yapışkanlık hissediyorum oturma pozisyonumu değiştirirken. Ayakkabımın altına sakız yapışmış olduğunu anlıyorum. Ayağımı biraz yukarı kaldırıp sol dizimin üzerine koyup bakıyorum. Sakız çilekli. ‘’Hmm’’ diyorum. ‘’Ayağımın altına bir sakız yapışmakla kalmamış, ayağımın altına çilekli bir sakız yapışmış. En sevdiğimden’’ Sanırım, bunu sesli söylüyorum çünkü o ana kadar orada olduğunu fark etmediğim, yan bankta oturan kızın bana baktığını fark ediyorum. Ayağımı indirip önüme bakıyorum. Bir süre ilgilenmiyor gibi yapıyorum. Ama sonra dayanamayıp bakıyorum kıza. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyor.

Hız ibresi yüz sekseni gösterirken, araba iyiden iyiye bağırmaya başladı. Çünkü siz de bilirsiniz ki son raddeye dayanan her şey ister istemez bir miktar ses çıkarır. Ben nasıl bir ses çıkarıyordum hatırlamıyorum ama ben de arabadan farklı değildim. Sanırım o yol sürecinde, hislerime paralel bir şoförlük sergiledim. Ve benim ayaklarım artık yere basmıyordu. Arabanın yol tutuşu çok azaldı. Gözlerim kapandı. Tekrar gözlerimi açtığımda, orgazm halindeydim ve Merve’nin saçlarının tavana doğru savrulmasından, arabanın ters döndüğünü anladım. Bir süre yere paralel ve ters şekilde savrulduk. O yarım saniyelik an neden bu kadar uzun sürdü bilmiyorum. Artık yapabileceğim hiçbir şey olmadığını Merve’nin gözlerindeki dehşeti görünce anladım. Ellerimi direksiyondan çektim. Devam etmekte olan orgazmın tadını çıkarmaktan başka çare gelmedi aklıma… Araba yere düştü ve takla atmaya başladı…

Ben de ona bakıp gülümsüyorum. O an sahip olduğum tek ayakkabımın altına da sakız yapışması komik miydi trajik miydi bilmiyorum. Ama daha önce de söylediğim gibi içimden gülmek gelmiyordu. Yanımda duran koltuk değneğine uzandım. Banktan da destek alarak ayağa kalktım. Sanırım, aniden kalktığım için biraz tansiyonum düşmüştü. Bir de bu lanet koltuk değnekleriyle yaşamaya hala alışamamıştım. Sendeledim. Düşer gibi oldum. Kız, kalkıp yanıma koştu, koluma girdi. Yine gülümsedi. Bir şey söylemem gerektiğini hissettim. ‘’Bir daha sol ayağım ve Merve’nin olmayacağını bilmeden yaşamak çok üzücü’’ dedim bir çırpıda. Yüzü düştü. Çok uzun zamandır kimseyle konuşmamış olduğum aklıma geldi. Yine de yaptığım çok saçmaydı. Özür dilemek istedim. O da saçma geldi. Dönüp gidemezdim de. Çünkü çok yavaş ilerleyecektim ve bu da garip olacaktı. ‘’Kötü bir gün geçiriyorum da’’ diyebildim. Gülümsedi. Ama daha az. Ne zaman ne kadar gülümseyeceğini çok iyi biliyor gibiydi. ‘’İyi gözükmüyorsun’’ dedi ve ‘’Ne tarafa gideceksin’’ diye sordu. ‘’Yeni bir hayata doğru’’ dedim. Gülümseyecek mi diye bekledim. Ne kadar gülümseyeceğini merak ettim… Merve olsa, gelecek kadar aydınlık gülümserdi. Biraz bekledik. Karşılıklı bekledik… Eve gitmek istedim. Koşarak eve gitmek istedim…

Bir Dost Ziyareti

Kapıyı kilitledim. Sonra anahtarı bir daha çevirdim. Emin olmak için kapı kolunu biri iki sefer ittirip çektim. Tam apartmandan çıkarken, bir an duraksayıp geri döndüm. Tekrar kilidi açıp içeri girdim. Ocağı kontrol ettim. Muslukların kapalı olduğuna emin oldum. Bir iki saat önce ütü yaptığım için ütünün fişine baktım. Çıkarmıştım. Zaten biliyordum. Yine de baktım. Sonra ayakkabılıktaki sandalyeye oturdum. Gereğinden hızlı nefes alıp veriyordum. Günün birinde bu kontrollerden birini yapmayı unutacaktım. Biliyordum. Olabilecek tüm kötü ihtimaller aklımdan o kadar hızlı geçiyordu ki tam biri için endişelenecekken diğerine geçiyordum. Ağlamak istedim bir an. Kendimi çok yorgun hissediyordum. Büyük bir panik dalgası parmak uçlarımdan girip göğsümü sıkıştırıyor sonra da başıma geçiyordu. Bitmeyen bir düşme hissine benzeyen bir korku ile titremeye başladım. Güçlükle kendimi banyoya attım. Musluğu açıp soğuk suyun altına kafamı sokunca biraz sakinleşmeye başladım. Bir yarım saat kadar gözlerim kapalı olarak karanlık salonda oturdum. Ve telefonum çaldı. Cebimde duran telefonumun ekranına baktığımda Ekrem ismini gördüm. Tamamen unutmuştum. Saatte baktım. Sekiz buçuk. Orada olmam gereken saat.

-Alo

-Neredesin oğlum.

-Pardon arayamadım. Yarım saat sonra oradayım.

-Hadi sofra hazır, niye geç kaldın? Sen hiç geç kalmazdın.

-Biliyorum. Özür dilerim. Geliyorum.

-Hadi bekliyoruz.

Ekrem benim üniversiteden arkadaşım. Okul bittiğinden beri görüşememiştik yani yaklaşık sekiz senedir. Aslında okuldayken baya yakındık. Çok zaman geçirdik. O akşam da onlara yemeğe gidecektim. Onlara derken Ekrem ve Bihter’e. Bihter’le Ekrem geçen sene evlendi. O da bizim okuldaydı. Muhteşem yeşil gözlerinin iki yanından aşağı uzan dümdüz siyah saçları vardı Bihter’in ve benimle küçük de olsa bir mazisi. Bunu Ekrem bilmiyor. O zamanlar Ekrem’le pek konuşmazken, birinci sınıfta üç ay kadar Bihter’le küçük bir sevgilicilik oyunu oynamıştık ve ben kaybetmiştim… Son sınıfta da Ekrem’le birlikte olmaya başladılar. Ve geçen sene de evlendiler. Bihter’le olan ilişkimizi Ekrem’e neden hiç anlatmadım bilmiyorum. Birlikte olmaya başladıktan sonra da hiç söylememenin daha iyi olacağını düşündüm. Çünkü bitmiş bir konuydu ikimiz için de. Ve ne gereği vardı… Sonuç olarak Ekrem, o kadar ısrar etti ki, sürekli ertelediğim akşam yemeği teklifini o gün kabul etmek zorunda kaldım. Ve biraz tedirgin hissediyordum. Sadece, birazcık…

Toparlanıp evden çıktım. Yirmi beş dakikalık bir otobüs yolculuğundan sonra kapının önünde dikiliyordum. Derin bir nefes alıp zili çaldım. Kapıyı Ekrem açtı. Kucaklaştık. Salondaki masaya oturduk. Ekrem mutfağa doğru ‘’Bekir geldi’’ diye seslendi her zamanki gür sesiyle. ‘’Çok özlemişim seni, niye gelmiyorsun’’ diye sitem ederek başladığı yakarış kısa sürede eski günler sohbetlerine evrildi. Tam uzun bir sohbete girecekken, elinde rakı bardaklarıyla Bihter girdi salona. Tarantino filmlerinde, aniden kendisine silah çekilmiş karakterler gibi donup kaldım. Güçlükle toparlanıp gülümsedim. Gerçekten hiç değişmemişti. Saçları aynıydı, gözleri altında oluşan birkaç küçük çiziğe rağmen hala neşe saçıyordu. Fakat farklı olan, sol gözünün altındaki morluktu ve sonradan kadehleri masaya koyarken bileğinde gördüğüm iki morluk daha.

Bihter masaya oturdu. Ekrem rakıları doldururken Bihter ‘’Hiç değişmemişsin’’ dedi. ‘’Ama artık geç kalabiliyor’’ diye lafa girince ben de ona sabırsızlığından dem vurdum. Ve ikinci kadehten sonra, Fikret bir ara tuvalete gittiğinde, Bihter’in vücudundaki izlerin nasıl olduğunu sordum. Aslında bunu sorup sormamak arasında gidip gelirken bir ara sohbetten uzaklaştığımı fark edip omzumdan dürtmüştü Fikret beni. ‘’İş güç yorgunluk, dalmışım’’ diyerek geçiştirdim. Eski bir arkadaş olmanın verdiği güvene dayanıyordu herhalde bunu sorabilmem.

-Bihter ne oldu sana, düştün mü?

Gözlerime baktı. Bir şey söyleyecek gibi oldu. Ama sustu. Sonra Ekrem geldi. Rakıları tazeledi. Biraz daha sohbet ettik. Fakat konuşulanların çoğunu duymuyordum. Biraz tabağımdakilerle oynadım. Fakat olmuyordu. Daha fazla orada olmak istemiyordum. Fakat ne yapmalıydım? Kalkıp gitmeli miydim? Yoksa dönüp Ekrem’in yüzüne bir tokat mı atmalıydım? Ya da Bihter’e dönüp, nasıl sessiz kalırsın buna diye yakarışta mı bulunsaydım, sitem mi etseydim? Ellerimin titrediğini hissettim.

-Benim gerçekten gitmem gerek.

-Aaa bu kadar mı erken gideceksin Bekir be. Kırk yılın başında görüşüyoruz zaten.

– Yarın erken kalkacağım, artık içemiyorum da öyle zaten, sarhoş gibi kalkıyorum ikiden fazla içince. Yarın da baya iş var. Sorun olur. Bana müsaade.

‘’Otursaydın’’ dedi Bihter. ‘’Başka zaman’’ dedim. Kalkıp ayakkabılarımı giydim. Son kez Bihter’in yüzüne baktım. Ekrem geldi sarıldı. ‘’Bu kadar açmayalım arayı’’ dedi. Başımı salladım. Asansörü beklemeden hızla indim merdivenleri. Kapının kapanışını duydum. Ara bir katta durdum. Apartman boşluğundan yukarı baktım. Bir süre sonra ışık yukarıdan aşağı doğru kat kat sönmeye başladı. Ve nihayet benim olduğum katın ışığı da söndü. Karanlıkta bekledim bir süre. Sonra bir süre daha beklemeye karar verdim… Hiçbir şey yapmadan sadece bekledim.

Basit bir öykü

Orta sınıf bir memurdu Mehmet. Her akşam olduğu gibi saat beşte, çalıştığı masasından kalktı. Yan masada oturan Nihal’e iyi akşam dileyip çıkışa yöneldi. Çaycı ile selamlaştı. Kapıdaki güvenlik görevlisine başıyla selam verdi. Ilık bir Ankara akşamında, her gün beklediği durağa yürüdü. Kendi gibi birçok memurla birlikte Kızılay’dan otobüse bindi.

Kapıyı açıp evine girdiğinde kedisi Kobe miyavlıyordu. Ayakkabılarını çıkarıp kedinin mamasını verdi, su kabına ekleme yapıp tuvaletini temizledi. Üzerini değiştirdi. Dolaptan bir bira alıp salondaki koltuğunda yerleştiği anda telefonu çaldı. Bir süre telefonu aradı. Sonra pantolonunun cebinde kaldığını hatırlayıp, kapının arkasında asılı duran elbiselerin arasından telefonunu çıkardı.

-Alo.

-….Mehmet…yarın…hani vardı ya…tamam mı?

-Anlamıyorum.

-Ya…Mehmet…

-Anlamıyorum.

-Yeni bir telefon…artık ya…mesaj atıyorum…

Telefonu kapatıp sehpaya koydu. Birasından bir yudum alıp bir sigara yaktı. O sırada mesaj sesi duyuldu. Açıp baktı. Yarın akşam, geçen buluştuğumuz Teras bara gel iş çıkışı. Nihal de gelecek.

Telefonu tekrar sehpaya bıraktı. Altı yıldır aynı telefonu kullanıyordu. Geçen ay otobüste yere düşürdüğü için ekranı kırıktı. Ses sisteminde sorun vardı. Bazen ses gelmiyor bazen de gitmiyordu. Şarjı da durduk yere bitip telefon kapanabiliyordu ara sıra.

Tavana baktı Mehmet. Bugün otuzuncu yaş günüydü. Fakat kimsenin bundan haberi yoktu. Çünkü Facebook kullanmıyordu ve çünkü yalnızdı. Yetiştirme yurdunda büyümüştü. Ailesi meçhuldü ve Mehmet de kim olduklarını merak etmeyi on sene kadar önce üniversiteye girdiğinden beri bırakmıştı. Sosyal ortamlarda zorlandığı için ara sıra, iş yerinden yahut okuldan eski arkadaşları onu bir yerlere çağırıp sosyalleştirmeye çalışırdı. Yarın da o günlerden biri olacaktı. Yarın işe giderken giyeceği elbiseyi düşündü. Yakın zamanda aldığı ayakkabıları giymeye karar verdi. Hem şık gözüküyordu, hem hiçbir tarafında markası yazmadığı için fiyatı da belirsiz gibiydi. Ayrıca rahat olduğu için bütün gün çalıştıktan sonra akşam da onlarla dolaşmaktan rahatsız olmayacaktı. Bugün giydiği pantolon hala temizdi. Koyu yeşil gömleğini de bu hafta hiç giymemişti. O da temiz ve ütülüydü. Elbise sorununu çözünce bir rahatlama geldi içine. Birasını kafaya dikti. Şişeyi indirirken telefonuna takıldı gözü. Az önce konuştuğu iş yerinden arkadaşı Burak da, geçenlerde görüştüğü üniversite arkadaşı da yeni bir telefon alması gerektiğini söyleyip duruyordu. Hatta bugün, çaycı, çayı Mehmet’in masasına bırakırken telefona bakarak, Mehmet bey dedi ve cebindeki telefonu çıkarıp,’’ bakın bular çok iyi, indirimden aldım ben de. Dört bin yedi yüze düşmüş. Kamerası falan çok iyi’’ demişti. ‘’İyi, bakayım ona bir ara’’ diyerek geçiştirmişti. Öğlen arasında, kapının önünde sigara içerken, ismini bilmediği ama her sabah ve akşam selamlaştığı güvenlik görevlisi, ‘’Mehmet bey hiç yakışıyor mu sana kırık telefonla dolaşmak. Sana yeni bir telefon alalım artık. Bak bunu da geçen aldım ben. İşlemcisi çok iyi’’ diyerek telefonunu göstermişti. ‘’Güzelmiş. Güle güle kullan’’ diyerek onu da geçiştirmişti Mehmet. Ama şunu fark etmişti ki bir telefon sorunu vardı. Evet. Kesinlikle bir telefon sorunu vardı ve onu çözmediği sürece bu konu sürekli ona hatırlatılacaktı. Kırık bir telefonla dolaşmak yırtık bir gömlekle dolaşmaktan çok da farklı değildi demek ki…

Mehmet o akşam erken yattı. Fakat türlü türlü kâbuslar gördü. Uyandığında, kendini yorgun hissediyordu. Yine her sabah olduğu gibi, Ankara’nın takım elbiseli memur sürüsüne karışarak gri binaların arasından iş yerine doğru ilerledi. Kapıda adını bilmediği o güvenlik görevlisi vardı yine. Gülümseyerek selamladı güvenlik Mehmet’i. Fakat Mehmet, adamın gülümsemesinin altında ince bir alay sezdi. Masasına geçti. Yan masadaki Nihal yerinde yoktu. O gün gayet sıradan ve sakin geçti. Ve Nihal işe gelmedi.

İş çıkışı biraz heyecanlıydı. Bir an önce bara gitmek istiyordu. Nihal evden gelecekse erken gelmiş olabilirdi. İnsanları bekletmeyi sevmezdi. Hızlı adımlarla kaldırımda yürüyordu daha doğrusu yürümeye çalışıyordu. Çünkü ne zaman biraz hızlansa, yan yana sohbet ederek çok yavaş yürüyen üçlü dörtlü guruplar onu yavaşlatıyor. Onları geçmeye çalışırken karşıdan gelen diğer guruplarla çarpışmamak için kah yana kaçıyor kah yola inip etraflarından dolaşıyordu. Ankara’da yürüyen genel olarak iki tip insan vardır. Bir yerden bir yere belli bir zamanda gitmek isteyenler ve onları engellemek için kaldırımları işgal edenler. Tahminimce bu iki gurup birbirlerinden nefret eder.

Teras bara girdiğinde, arkadaşı Burak birasını yarılamış onu bekliyordu. Karşısına oturup kendine bir bira söyledi. Biraz sohbet ettikten sonra Mehmet dayanamayıp sordu?

-Nihal niye gelmedi?

Burak saçlarını karıştırıp birasından bir yudum aldı. Uzun bir es verdikten sonra.

-Ya…bunun bir arkadaşı var Melis diye. Onu getirecekti. Yani bizi tanıştıracaktı. Ben de, o yalnız kalmasın diye seni çağırmak istedim. Kaç senedir yan yana çalışıyorsunuz. Artık bir tanışın siz de. Hem Nihal güzel kadın…Sonra seni söyleyince Nihal bir tereddüt etti. Sonra da gelemeyeceklerini bir işinin çıktığını söyledi…

-Yani beni iste…benimle buluşmak istemedi.

-Ya öyle değil de…biraz ağzını aradım…en son döküldü tabi…dedi ki…

-Ne dedi?

-İyi hoş adam ama mağara adamı gibi yaşıyor…iş ev…ne instagramı var ne twitter kullanıyor, ne bir aktivitesi var. Hem kırık hem eski bir telefonla dolaşıyor. Hangi yüzyıldayız…falan…böyle şeyler söyledi…Saçmaladı yani…

-Anladım.

-Ne anladın Mehmetciğim. Söyle de ben de anlayım. Daha kaç yaşındasın ellisinde gibi davranıyorsun. Şu çağa biraz ayak uydursan diyorum.

-Demek bayanlar pek sevmiyor antika tip.

-Bayan değil kadın.

-Nasıl?

-Hayvanlık yapma kadın denir ona.

-Kadın kaba laftır. Bayan diyerek kibarca anmak istedim.

-Bak twitter kullanmıyorsun işte. Bilmiyorsun. Öyle değil artık. Bayan dediğin zaman kadına ikinci sınıf insan…ya ben ne anlatıyorum sana. Bak iletişim eksikliği bu işte. Enformasyon çağı bu. Bak Hawai diye bir marka var. Onun son modeli muhteşem. F83 modeli. 128 gb hafızası var, 8 mp ön kamera, 6 gb ram…Hiç Telefunken’i falan aratmaz. Ama tabi Quartz kullanmak her zaman bir ayrıcalık. Bak bu mesela. Her şeyi yapıyor. Ne istersen. Şu an dokuz bin iki yüz ama indirim kovalarsan…

Burak anlatmaya devam ediyordu ama Mehmet’in aklı dokuz bin iki yüz lirada kalmıştı. Bu miktarda para ayırması için gerekenleri düşürdü. Taksite girse ayda ne kadar ödeyeceğini kabaca hesapladı. Sekiz taksit olsa…kredi faizi bir nokta sekizden…Sigarayı bırakması gerekiyor ya da azaltması…içki de aynı şekilde…Evde daha fazla yemek yapıp daha az dışarıdan söylemesi gerekiyor. Önceki gün beğendiği ceketi almayı da bir sene ertelemesi gerekiyor….

-Alo…Mehmet…Nereye gittin oğlum…Nihal diyorum. Aslında uyarsınız siz. Yani kadın seni beğenmiyor değil baktığında…Ne kadar daha yalnız kalacaksın…

-Söylesene, salonda sehpaya bıraktığın bir su bardağının, aradan iki hafta geçmiş olmasına rağmen hala orada duruyor olmasını nasıl açıklarsın?

-Yalnızlıkla işte… Aferin. Düşünmeye başlıyorsun.

-Hayır Burak. Hayır dostum. Bunu ya Newton’un birinci hareket yasasıyla yahut pasaklılıkla açıklarsın. Hayata farklı bakıyoruz.

-Hmm… Tuzak soru. Güzel. İşte böyle şeyler anlat ortamlarda. Şu ilginç laflarını kendine saklamasan aslında…

-Haklısın…

Sonra ikinci biraları sipariş ettiler. Havadan sudan konuştular. Dördüncü bardaklar da bittiğinde kalktılar. Metro girişinde. Vedalaştılar. Hava kararmaya başlamıştı. Tipik Ankara insanı evlerine çekilmeye başlamış ortalık tenhalaşmıştı.

Metro da tenhaydı. Bir yer bulup oturdu Mehmet. Kafasından hala bir takım hesaplar geçiyordu. ‘’Aslında bunun gibi kısa yolculukta telefon iyi olabilir. Müzik dinlerim, oyun falan da olabilir. İnternete girip haberler…Hem de iyi olur işte neyse’’ Ceketinin iç cebinden küçük bir kitap çıkarıp okumaya başladı. Nikolay Vasilyeviç Gogol’un Palto isimli öyküsü…

Apartmana girerken ismini bilmediği kırk yaşlarındaki saçları ağarmış bir adam olan komşularından biriyle karşılaştı.

-Mehmet… Üç numaradan geliyorum.

-Üç numara kimdi?

Komşusu kısa bir duraksamanın ardından. ”Rıza amca ölmüş” dedi. ”Bir uğra da başsağlığı dile… Sen benim de kaç numarada oturduğumu da bilmiyorsundur şimdi…

-Yok abi… Daha neler…

Kısa bir sessizlikten sonra komşusu gülümsedi. Mehmet de gülümsedi. Tedirgin edici bir süre birbirlerine gülümsediler.

-Tamam abi. İyi akşamlar.

Komşusu başıyla selamlamakla yetindi. Mehmet kapıyı açıp evine girdiği an ölen komşusunun adını unuttu.

Ertesi gün normalden yarım saat erken gitti işe Mehmet. Zaten uyuyamamış sabahı zor etmişti. Masasına oturup o gününün işlerini kafasında sıralamaya çalıştı ama odaklanamıyordu. Mesai daha başlamadığı için kapının önüne çıkıp bir sigara içmeye karar verdi. Girişte yine o güvenlik görevlisi vardı. Üç liralık banknot kadar sahte bir gülümsemeyle selamladı Mehmet’i. Mehmet karşılık vermedi. Bu adamdan iyice nefret etmeye başlamıştı. O sırada dairenin kıdemlilerinden, ellili yaşlarının ortasındaki, İzzet yanına geldi.

-Mehmetciğim nasılsın?

-İyiyim abi. Sen nasılsın?

-Ben de iyiyim de seni bir durgun gördüm. Hoş zaten hep durgunsun da… Canının sıkan bir şey mi var?

Mehmet bir an ne diyeceğini bilemedi. Yok iyiyim dese geçiştirmiş gibi olacaktı. Ama tutup da hayatını ve sorunlarını çok da tanımadığı bu adama anlatmak istemiyordu. ‘’Telefonun bozuldu abi, yenisi de çok pahalı’’ dedi hızlıca.

-Aha şu mesele. Sizin nesil takmış bu akıllı telefona. İlla en iyisi olacak diye, geliri ne, gideri ne bakmadan araba parasına telefon alıyor. Bak benim telefona. Tuşlu. Geçen apartmandan düştü, tam üç kat. Aldım konuşmaya devam ettim. Şarjı desen bir hafta gidiyor.

Cebinden bir sigara çıkarıp sararmış bıyığının altına yerleştirdi. Mehmet sigarayı yakınca, İzzet söylevine devam etti.

-Hayatı kaçırıyorsunuz oğlum, ne bir konser izliyor insanlar ne bir anın tadına varmaya çalışıyorsunuz. Varsa yoksa video çekeyim, fotoğraf çekeyim paylaşmayım. Kimse kimsenin yüzüne bakmaz oldu. Herkesin kafası önde, kim ne demiş, ne paylaşmış. Zaten hep kambur olacak bunlar. Bir de bir beğenilme hastalığı…

Mehmet sonrasını dinlemedi. Birkaç dakika daha anlattıktan sonra, İzzet sustu.

-Haklısın abi.

Masasına döndü Mehmet. İşine başladı. Birkaç insanla selamlaştı. Nihal işe geç geldi. Burak bir ara yanına gelip önemsiz bir şeyler anlattı. Mesai bitti.

Ertesi gün Mehmet işe gelmedi. Müdürü onu aradı ama telefonuna ulaşılamıyordu. ‘’Bin sefer dedik yeni bir telefon al’’ diye sitem etti. Burak’ı odasına çağırdı.

-Nerede bu Mehmet? İşim var onunla.

-Ulaşılamıyor müdürüm. Telefonu bozuktu…

-Hay onun telefonuna…

-Dedik müdürüm de pinti herif işte…

Mehmet ertesi gün de işe gelmedi ve bir sonraki gün de. İnsanlar Mehmet’in yokluğuna alışıyor gibiydi. Bir kaç defa aradılar ama ulaşamadılar. Bir hafta sonra bir aralık İzzet ‘’Nerede bu çocuk yahu başına bir işe gelmiş olmasın? Evine bakan oldu mu?’’ diye sorunca dairedekiler kafalarını işlerine gömdüler. O gün İzzet, personel şubeden Mehmet’in adresi aldı ve iş çıkışı o adrese gitti. Kapıyı çaldı ama açan olmadı. Komşulara sordu. Hepsi onu tanıyor ama kimse adını dahi bilmiyordu. En son önceki hafta akşam eve gelirken gördüğünü söyledi bir komşusu. Sonra polise haber verdiler. Polis kapıyı kırarak açtı ve Mehmet’in ve kedisinin koridorda yatan cansız bedeniyle karşılaştı. Mehmet kalp krizi geçirmişti kedisi de susuzluktan ve açlıktan ölmüştü.

Götürüp gömdüler Akaki Akakiyeviç’i ve Petersburg, kendinde böyle biri hiç yaşamamışçasına onsuz kaldı.

Nikolay Vasilyeviç – Palto

Yine Ankara’da

Sıradan bir yaz akşamı Ankara’da

Yağmur mu yağıyor yoksa

tırnaklarını mı vuruyorsun masaya

ayırt edemiyorum

 

Sonra seni ne kadar sevdiğimi unutup

ya da belki biraz fazla sarhoş olup

sigaramın dumanını hafif serinliğe savurup

kalkıp gidiyorum

 

Ertesi sabah güneş doğuyor

biraz ateşim çıkıyor

belki doğmuyor da birileri ışığı yakıyor

sayıklayarak özlüyorum.

 

yıllar sonra ve Ankara’da yine

berbat barların birinde

tam gelmemen gereken bir yerde

aklıma geliyorsun.

 

ve ben…sana bu şiiri yazıyorum.

ve inanmayacaksın ama yine sabah oluyor.

Aşk altında yayınlandı. Etiketler