Yazanlar ve Yazılanlar

1

 Kafasına silah dayalı olduğu halde konuşuyordu M. “Aşk kriminal bir mevzudur aslen. Bir nevi düellodur. Ya sen aşkı öldürürsün içindeki, ya aşk seni öldürür nihayet. İnsan hayatı ile oynana sırnaşık bir oyundur.”

Sigaradan iyiden iyiye sararmış ve epey uzamış tırnakları ile sol eli titriyordu. Sağ lak olmasına rağmen sigarayı hep sol eliyle içerdi. Silahı tutan sağ elinin titremesi ise nevrotik bir bozukluktan çok, yeni oyuncak almış bir çocuğun, onu elinden düşürmekten korkmasını andırıyordu. Saçları her zamanki gibi dağınık, gözlerinin altı şiş ve morarmıştı, yüzünde bir haftalık sakal vardı.

Hastalıklı bir gülümseme yerleşti yüzüne birden. Başını hafif sola yatırıp Y.’nin gözlerinin içine baktı. Y. kendini bir şeyler söylemek için zorladı ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. M. silahı indirip ikisinin arasında duran sehpaya bıraktı ve arkasına yaslandı. Y’nin gözü silaha takıldı. Uzanıp ani bir hareketle silahı almak fikri geçti aklından, sonra vazgeçti. M. yeniden söze girdi.

-Toplumun bize sunduğu en güzel dayatma kesinlikle aşktır. Gerçekliğine inanmasam da, elimde değil, hoşlanıyorum, bırakamıyorum mereti.

-Fakat bu bir toplum dayatması değil. Yıllardır süre gelir. Ferhat ve Şirin vardı misal,o ki ta ne zaman…

-O dönemde de toplum vardı. Mazisi olması bu gerçeği değiştirmez.

-Tamam. Toplum faktörünü çıkaralım denklemden. İki insan düşünelim. Bir tek onlar var. Yaşıyorlar bunlar…

-Bunu tartışmaya vaktim yok. İhtiyaçlar ve hormonlar. Uzatmayalım.

-Kaçıyor musun tartışmadan. Deyip hınzırca güldü Y.

-Seninle tartışmaktan hiçbir zaman kaçmam bunu biliyorsun ama gitmem lazım. Neredeyse gelirler.

-Kimler?

Y.’nin bu sorusu üzerine M. başını oturdukları salonun sol tarafına doğru çevirdi. Yerde yatan üç adam cesedi vardı. Sağa sola savrukça yayılmış cansız bedenler, kendilerinden beklendiği gibi hareketsizdi. Hepsinin üzerinde keten, bol, kırışık pantolonlar ve bunlarla son derece uyumsuz, soluk renklerde ve en üst düğmelerine kadar ilikli, yakasız gömlekler vardı. Ayrıca nedense hepsi açık kahverengi çorap giymişti.

-Bunların arkadaşları ya da yandaşları, artık hangi tabiri seviyorsan. Diye yanıtladı M. yerdeki adamları göstererek.

-Bu adamları neden öldürdün?

-Beraber öldürdük. Sen de buradaydın.

-Hayır. Ben öyle bir şey hatırlamıyorum.

-Belki de sonradan gelmişsindir. Ya da sen tam içeri girerken olmuştur yahut adamları öldürüp sonrada telaş yapıp seni aramışımdır.

-Bütün bunlar ihtimal dahilinde ama bence ben burada değildim. Sen öldürdün adamları.

-Tamam buldum. Şöyle oldu… hayır, bulamamışım. Dur bir dakika, şöyle asdwadsa fasafdf gfdgd.

-Ne diyorsun be adam.

-gsek ğgjpf,bhfhj zf,,zdkzbf zdfgrwryw*4yr.

Yazar başını klavyenin üzerinden kaldırıp yazdıklarını okumaya başladı. Bitirince ani bir hareketle, sandalyesinden kalkıp üç metre karelik odasını, bu dar alanda olabildiği kadar, bir ileri bir geri arşınlamaya başladı. Her zaman yaptığı gibi kendi kendine, mırıldanarak konuşuyordu.

“Ne de güzel bir fikirle başlamıştım yazıya. Giriş paragrafını da iyi kotardım. Şu kotarmak kelimesini de hiç sevmem, nereden dolandıysa dilime, neyse. Silah metafor olacaktı sadece. Kimse ölmeyecekti bu sefer. Bu cesetler nereden çıktı? Benden çıktı ya, nereden çıkacak. Böyle değildi kurgu. Nasıl geldim ben buraya? Ayrıca bu cesetlerin kıyafetleri…” Elbise dolabını açtı. Gömleklerini incelemeye başladı, pantolonlarına baktı. Tarif ettiği gibi elbiseleri yoktu. Ayrıca kahverengi çorabı da yoktu. Bu tip kıyafete olan nefretinin kaynağını bulmaya çalıştı bir süre. Sonra vazgeçip tekrar bilgisayarın başına oturdu. Bir süre öylece ekrana baktı. Düşünmek yetisini kaybetmişçesine tevekkül içinde beklemeye başladı. Yazamadıkça yazamadı. “Tıkandım. Sanırım bütün kaynaklarımı tükettim. Yazarken anılarından yola çıkarsan nihayetinde tükenirsin demişti bir yazar. Kim demişti bunu yahu…”

2

Esra elindeki kitabı bırakıp, masada, kim bilir hangi düşüncelere dalmış halde bir noktaya gözü takılmış, oturan Pınar’ın yanındaki sandalyeye geçti.

-Yine aynı mevzu. Yazamamak üzerine öykü kurgulamış adam. Bir yazar ne zaman tıkansa yazamamak üzerine bir şeyler yazıyor zaten. Gerçi onları da anlayışla karşılamak lazım.

-Bir bakabilir miyim şuna? Diyerek Esra’nın az önce sehpaya bıraktığı kitaba uzandı. Esra’nın kaldığı yerden devam etti okumaya.

“Sanırım Hemingway demişti. Neyse bir önemi yok. Hemingway de yok artık. Ben de olamayacağım, bir zaman gelecek. Ama benim yazdıklarım kalmayabilir onunkiler gibi. Ben tamamen karanlık bir sonsuzluğa karışabilirim, hiç var olmamışçasına. Hayır. Bu yazıyı bitirmeliyim. Çok değilse bile bu bana bir beş on yıl daha kazandırır. Sonrası… Belki dev bir roman yazarsam. Karamazov Kardeşler gibi bir şey mesela ya da Faust. Cüsse olarak dev olmasında da gerek yok aslında. Kafka’nın Dönüşüm’ü var. Çok kitap yazama da gerek yok, Kunt Hamsun’un Açlık’ı var. Bir de Oğuz Atay var mesela o da şey…Aman tanrım neler söylüyorum. Beni affedin, sanatı bencilce bir var olma çabası için kullanıyorum. Ama en azından kızları etkilemek için yazan adamlardan daha karakterli bir duruşum olduğunu söyleyebilirim.”

Pınar’ın yüzünden küçük bir gülümseme geçti. Kitabı masanın üzerine bıraktı. Yanaklarına düşen siyah dalgalı saçlarını kulağının arkasına atıp Esra’ya döndü.

-Bu adamın söyleyemediği bir şeyler var. Bir şeyden korkuyor ya da çekiniyor. Asıl korkusunu başka bir korku ile gizliyor, istemli ya da istemsiz. Var olmak derdi değil sanki. Daha anlık daha yaşamın içinde, gündelik bir dert… Bilemiyorum. Ama bir tarzı olduğu kesin.

Sözünü bitirince yine aynı belirsiz noktaya daldı. Avuç içlerini masaya yaslayıp, parmaklarını iyice açtı. İnce parmakları masanın üzerinde, sanki altında bir klavye varmış gibi hareketlenmeye başladı. Bakışlarını tekrar Esra’ya çevirip sordu.

-Ben merak ediyorum. Sen de merak ediyor musun bu yazarın derdi neymiş?

-Sen böyle konuşunca ben de merak ettim aslında. Arayıp soralım mı?

Diyerek hafifçe güldü Esra. Pınar’ın gülmediğini görünce o da ciddileşti.

-Gerçekten çok merak ediyorsan, kitabın basıldığı yayın evini arar yazara o vesile ile ulaşabiliriz. Ulaşması zor bir insan değildir elbet. Neticede bir Orhan Pamuk ya da Elif Şafak gibi popüler yazarlardan değil. Bir okurunun onunla konuşmak istemesinden eminim o da memnun kalacaktır.

Pınar bir süre düşünür gibi bakışlarını önüne eğdi. Parmaklarını seyretti. Halen hareket ediyorlardı. Sanki ondan bağımsızdı parmakları. Bir anda heyecanla başını kaldırdı.

-Daha iyi bir fikrim var. O eve gidelim. M. ve Y.’nin olduğu, yerde cesetlerin olduğu eve yani.

Esra boş gözlerle arkadaşını izlerken, Pınar, iyice hızlanmış parmakları ile masanın üzerini arşınlamaya devam ediyordu. Git gide hızlanıyordu… ve beklenmedik bir şey oldu o anda. Masanın üzerindeki hayali klavye yazmaya başladı. Daktilo sesine benzer sesler çıkarıyordu masa, her parmak dokunuşunda. Pınar yazmaya devam etti.

   Apartmanın kapısının önünde bir süre bekledik. Her bilinmeyene gidişteki o tuhaf kararsızlık yine çıkagelmişti. Zaten bilmediğimiz bir şey için kararsız olmaktı bunun içindeki tuhaflık. Esra omzuma dokunup “hiç girmeyelim, geri dönelim bence” dedi. Ama buraya kadar gelmişken geri dönmek olmazdı. Sadece bir tane kapı zili vardı apartmanda. Elimi zile uzattım ki daha dokunmadan kapı açıldı. Camları, kirden içini göstermeyen, demir parmaklıklı ağır kapıyı kendimi neredeyse zorlayarak ittim. Apartmanda ağır bir koku vardı. Sıvaları akmış, apartman duvarları bel hizasına kadar mavi, daha yukarısı ise beyaza boyanmıştı. Bir okul veya hastane duvarını andırıyordu. Ayakkabılarımın altı lastik olmamasına rağmen, mermer zeminde çok yüksek sesten gıcırtılar çıkıyordu her adımımda. Apartmanın büyük sessizliği içinde belirsiz bir utanç hissi uyandırıyordu benden çıkan bu gürültü. Koridor git gide uzuyor ve daralıyordu. Biraz daha ilerlediğimizde yürümek için yan dönmemiz gerekti. Ve koridorun o en dar bölümünde nereden geldiği belirsiz beş on tane hamam böceği geçmeye başladı ayaklarımın altından. Onları büyükçe bir fare kovalıyordu. Kırmızı gözleri ve sırtında neye ait olduğu belli olmayan kan lekeleri ile fare bir ürperti miktarında yanımdan geçti gitti. Merdivenlere vardığımızda Esra koluma yapıştı. “Emin misin devam etmek istediğine” diye sordu. “Sen istersen dön. Ben devam edeceğim” diye umarsızca yanıtladım. Bir insanı keşfetmeye giden bu yolculuktan tuhaf bir keyif alıyordum.

3

streetart22Yazar odanın içinde dolanmaya devam ediyordu. Bir süre sonra yorulduğunu fark edip bilgisayarın karşısındaki eski yerine oturdu. Yüzünü ellerinin arasına almış dalgın dalgın bakınırken bilgisayar ekranına kaydı gözü. Yazısı bıraktığı yerde değildi. Yazdığını hatırlamadığı bir paragraf vardı. Şaşkınlıkla yerinde kıpırdandı. Küçük notlar almaktan öte çoklukla alışkanlıktan ağzında tuttuğu kalem dudaklarının arasından kaydı. “Bu da ne şimdi. Ben böyle bir şey yazmadım.”

Pınar Esra’nın bütün ısrarlarına rağmen yazmaya devam etti;

Yukarı doğru dönerek yükselen ve gittikçe daralan merdivenler sonsuza uzanan eski bir yatak yayını andırıyordu. Adımlarım merdivenin basamaklarına güçlükle sığıyordu, neredeyse parmak uçlarımda tırmanıyordum basamakları. Esra da çaresiz peşimden geldi. Yukarı tırmandıkça tuhaf bir küf kokusu hakim olmaya başladı havaya, sonrasında keskin bir zeytin yağı kokusu çarptı yüzüme. En üstün bir alt katına vardığımızda yarı açık bir kapı çıktı karşımıza. İçeriden yoğun bir kadın parfümü geliyordu. Oldukça etkili olmasının yanında yaşı büyük birine ait olduğu belliydi. Kapıyı hafifçe itekledim. Esra ile başımızı içeri uzattık. Üzerinde iç çamaşırlarıyla bir kadın üzerini değiştirmekle meşguldü. Bizim içeri baktığımız fark edince kapıya döndü. Kırklı yaşlarında güzelce bir kadındı. “Ne kadar ayıp, kapat hemen o kapıyı!” diye bağırınca elimizden geldiğince hızla kapıyı kapatıp bir süre birbirimize baktık. Esra’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Esra’ya utanmamasını söyledim. Bunun bizimle bir ilgisi yok. “Biz yaşamadık bunu.”

Son kata geldiğimizde ardına kadar açık bir kapıyla karşılaştık. Kapını önünde kan lekeleri vardı. İçeri doğru ilerledik. Kan lekeleri koridor boyu devam ediyordu. Ucunda parlak bir ışık görünen koridor duvar kağıdı ile kaplıydı. Duvarlarda mutlu aile fotoğrafları vardı ve hepsinin çerçevelerinin camları kırıktı. Koridorun ve kan izlerinin sonuna vardığımızda büyükçe bir bavulla karşılaştık. Ağzı açık bavulun içinde yığınla Amerikan Doları külçe altınlar ve nihayet hepsinin üzerinde işlemeli kabıyla bir İncil vardı. Esra merakına yenik düşüp bavula uzandı. Onu kolundan tuttum. “Yapma. Her şey olması gerektiği gibi. Biz burada hiçbir şeyi değiştiremeyiz.”

Esra’yı güçlükle bavuldan vazgeçirip koridorun sonundan sola döndük. Karşımızdaki yarı açık kapıdan dışarı süzülen ışık kapıyı açmamla gözlerimi kamaşırdı. Gözlerimi bir kaç kez kırptıktan sonra ağır ağır dağılan bulanıklığın ardından onları gördüm. M ve Y karşılıklı iki koltuğa oturmuşlar ve içeri giren bize, iki beklenmedik misafire bakıyorlardı. Yazarın anlattığı gibi ortalarındaki sehpada bir silah duruyordu. Onların solunda da üç tane ceset yerde yatmaktaydı. Evin içinde ceset kokusu yoktu. Esra cesetlerin orada olacağını biliyor olmasına rağmen, gerçekten onları görünce tedirgin olmuştu. Benim birkaç adım gerimde duruyordu. M ve Y ne yapacaklarını bilmez halde bize bakmaktaydılar halen.

4

Yazar bilgisayarın ekranından akan cümleleri hayretle izliyordu. Yazı bir müddet sonra durunca elleri istemsiz klavyeye gitti;

M. önce Y’ye sonra da içeri giren davetsiz misafirlere baktı. İçeri giren iki genç kadından biri görebildiği kadarıyla (o anda nereden geldiği belirsiz bir sis görüşünü engellemeye başlamıştı) esmer ve dalgalı saçlıydı, diğeri ise esmer olanın arkasında durmaktaydı. İkinci kadın ise neredeyse hiç görülmüyordu. M, sessizliğe bir süre daha müsaade ettikten sonra dönüp sordu.

-Siz de kimsiniz? Buraya nasıl geldiniz?

Esra, Pınar’a dönüp cevap verecek muhatabın kendisi olmadığını ima ederken Pınar’ın cevabı geldi.

-Buraya nasıl geldiğimiz pek mühim değil ama kolay olmadığını söyleyebilirim… “Sen M olmalısın.” diyerek kendisine soruyu soran otuzlu yaşlarındaki adamı gösterdi. “Dolayısıyla da sen de Y sin.”

-Evet ben M. tanışıyor muyuz?

-Ben de P diyelim o zaman ve bu da E. Seni pek az tanıyorum. Sevgili bay yazar bütün hikayelerine ortasından başlamayı sevdiği için geçmişine dair bir şey bilmiyorum. Bir enstantane gibi bir şeysin benim için sadece.

-Hmm. Demek bizi biraz okudun. Biliyor musun biz çok talihsiz karakterleriz. Ola ola bu herifin öykülerinde var olduk. Bir Gogol karakteri olabilirdik mesela. Herif bizi ya aşık ediyor ya intihar ettiriyor da onu bunu öldürttürüyor. Arkadaş bir mutlu sonumuz olamadı.

O sırada Y söze karıştı.

-Ben de biraz sıkılmaya başlamıştım aslında. Geldiğiniz iyi oldu. Otursanıza, biraz sohbet edelim. Bu herifin sohbeti hiç çekilmiyor.

M ters bir bakış attı Y’ye.

Pınar, Esra’ya döndü.

-Bak, dikkat ediyorsan bu karakterlerin doğru düzgün isimleri yok. Çünkü onlar tam değil. Bir bütün kişiliği yansıtmıyor hiç biri. Hepsi yazarın kişiliğinin birer parçası. Ya olduğu ya da olmak istediği. Bu konuda tam emin değilim. Mesela Y. yazarın yalnız ve naif kısmı. M ise öfkeli ve başına buyruk olan.

-Biz hala buradayız ve duyuyoruz. Diyerek araya girdi M.

-Orada olduğunuzu biliyoruz. Şimdi biraz daha derinine ineceğiz sizi yazan, yazar beyin. Fakat ne oluyor. Deprem mi bu? Sallanıyor muyuz bana mı öyle geliyor?…

Yazar parmaklarını klavyeden çekti. Bir tuhaflık vardı bu işte. Hiçbir şeyi kontrol edemediğinin ayrımına vardı öyküsüyle ilgili. Delirmeye başladığını düşündü bir an. Masaya dirseklerini yasladı parmaklarını saçlarının arasına daldırdı. Gözlerini ovuşturdu. “Sanırım bu sefer gerçekten aklımı kaybettim.”

Beri yandan, Pınar, olanca gücüyle parmaklarını hareket ettirse de bir şey yazamıyordu artık. Esra ona bakıyordu. “Ne oldu, neden ilerleyemiyoruz?” Pınar başını salladı. “Bilmiyorum. Bir şeyler beni engelliyor. Sanki başka bir güç…daha büyük bir kuvvet…”

5

M, Y, P ve E öylece durakaldı. Zemin sallanmaya başladı. Duvarlardan tuğlalar fırlıyordu, eşyalar, kişiler ve o eve ait tüm anılar ve nihayet zaman ve var oluşu sarsılmaya ve çatırdamaya başladı odanın, evin ve binanın. Tahmin edilemez ve ani bir yok oluş peyda oldu. Yazarın gizli tüm korku ve arzuları o bina ile meçhul bir yerlere kayboldu. Ve en nihayetinde kendi kurduğu kumdan kaleyi, yine kendisi yıkmayı tercih eden bir çocuğun keyfi ile klavyeyi bırakıp bir bardak kahve yaptım. Pakette kalan son sigaramı da yakıp yazdıklarımı okumaya başladım.

Yorum bırakın